26 Aralık 2009 Cumartesi

The Book of Eli (2010)


Kış sezonu ‘The Road’ ile beraber post apokaliptik yapımlar açısından epey verimli geçecek gibi gözüküyor. The Book of Eli de bunlardan biri. Trailer’ı izledik ve beklemedeyiz… From Hell'den tanıdığımız Hughes biraderlerin yönettiği film de Denzel Washington ve Gary Oldman gibi sağlam oyuncular da yer alıyor. Büyük bir savaş sonrası, insanlığı kurtarabilecek bilgilerin bulunduğu kutsal kitabı koruyan bir adamın başından geçenler anlatılıyor.


30 Kasım 2009 Pazartesi

Madeo (2009)

"Yine yapacağını yapmışsın Koreli"
Duztor Navida - İSFB Times

Memories of Murder filminin yaratıcısı Joon ho Bong'dan yine benzer tarzda bir cinayet filmi.

Film, zeka özürlü oğlunun cinayet zanlısı haline gelip hapse girmesiyle yıkılan bir anneyi ve oğlunun suçsuzluğunu kanıtlamak için debelenişini anlatıyor.


Senaryosu, kurgusu, imgelem özelliği ve müziklerinin kullanımıyla mükemmel sayılabilecek bir film. Bu nitelikler filme büyük ölçüde etkileyicilik katmış. Ayrıca anne rolündeki Hye ja Kim'in annelik içgüdüsünü çok iyi yansıtması, izleyiciyi etkileme konusunda ayrı bir öneme sahip. Kore kültürünün üllkemiz kültürüne benzerliğine de burada epey şahit oluyoruz.


imdb

Trailer

28 Kasım 2009 Cumartesi

Mommo - Kız Kardeşim


Bir ayrılık hikayesi...

"Dokuz yaşında bir çocuk; hem ağabey, hem baba, hem anne, hem de bir bilge olabilir mi? Ayşe için olur. Ve hatta hiçbir şeyden korkmayan bir ağabeydir o. Annesiz iki çocuğun içinizi ısıtacak, kimi zaman gözünüzü yaşartacak öyküsü."

Yukarıdaki yazı filmin resmi sitesinden alıntı; ancak filmi özetlemeye yeter mi ya da filmi özetlemek gerekir mi? Bilemiyorum...

Bilemiyorum çünkü oldukça duru ve sakin anlatılmış bir film Mommo. Evet, filmde iki kardeşin daha küçük yaşlarda karşılaştıkları yoksulluk, yoksunluk durumları karşısında birbirlerine sarılarak yaşama mücadeleleri anlatılıyor. Fakat filmin sadeliği; filmi izleyicinin duygusal ve düşünsel yorumlarına göre yeniden şekillenmeye yönlendiriyor. Kısacası filmi izlerken filmi yeniden kurgulamaya vakit bulabiliyorsunuz.

Daha önce reklam sektöründe metin yazarlığı ve reklam yönetmenliği yapmış olan Atalay Taşdiken'in ilk uzun metrajlı filmi Mommo... İlk kez yönetmenlik koltuğuna oturmuş olmasına rağmen büyük başarılara imza atmış olması açısından filmin kendisi için önemi büyük olmalı. Büyük başarılardan kasıt; tabii ki yurt içi ve yurt dışı sinema festivallerinde topladığı ödüllerdir. Yoksa filmin herhangi bir ülkede hasılat rekorları kırdığı söylenemez. Özellikle ülkemizde sinema sahipleri ticari kaygılardan ötürü filmi oynatma konusunda kararsızlar...


Konusu itibariyle film çocuk oyuncular üzerine odaklanıyor ki filmi iyi ya da kötü yönde doğrudan etkileyebilecek bu durum oyunculukların başarılı şekilde icrasıyla filmin lehine olmuş. Ayrıca çocuk oyuncular; Elif ve Mehmet Bülbül'ün, filmin geçtiği Konya yöresinin çocukları olmaları filme büyük oranda gerçekçilik katmış. Hatta Can Dündar Milliyet'te yazdğı yazısında Elif'in hikayesini şöyle anlatmış :

"Elif Bülbül Konya’nın Hüyük ilçesi, Çavuş köyünde yaşayan 8 yaşında bir kız çocuğu... Mevlana İlköğretim Okulu’nda birinci sınıf öğrencisi... Bir gün beden eğitimi dersindeyken filmciler kameralarıyla geliyor okula... Öğrencileri sıraya dizip teker teker görüntülerini çekiyorlar. Elif mahcup; boynunu bükmüş, bir kenarda duruyor sessizce... Ama okula çocuk oyuncu bulmaya gelen Atalay ağabeyin gözü onun üzerinde... 5 ay sonra çekimine başlayacağı yeni filmi için herkes kast ajanslarından bir çocuk oyuncu bulmasını tavsiye etmiş; o ise, bu ilk filminde kendi toprağından, onun dilini konuşan bir köylü çocuğu oynatmaya karar vermiş. Çevredeki bütün ilkokulları dolaştıktan sonra Mevlana’ya gelmiş. Öbür 50 çocuğun çekimi bittikten sonra Atalay ağabey Elif’i çağırıyor kameranın önüne... Öyle utanıyor ki Elif, başını kaldıramıyor yerden; adını söyleyemiyor doğru dürüst... Öğretmeni durumu fark ediyor; yönetmenin kulağına eğilip sınıfta da pasif bir öğrenci olan Elif’in bu işin üstesinden gelemeyeceğini söylüyor, vazgeçmesini tavsiye ediyor. “Hayır” diyor Atalay Taşdiken: “Elif tam aradığım çocuk... Onunla çekeceğim bu filmi...” Hayatında hiç sinemaya gitmemiş Elif, bir sinema filminde başrol için seçiliyor. Ve peri masalı böylece başlıyor."

Duru anlatımına rağmen başarılı sinematografisiyle sıkmayan filmin bir diğer artısı ise Erkan Oğur'un müzikleri. Sanırım filmi izlerken öykünün içine daha bir girmemizi sağlayan en önemli etken de filmin gerçekçiliğinin yanında bu mükemmel Oğur çalışması.


Filmle ilgili bahsi geçen önemli bir noktaysa gerçek bir hikayeden uyarlanmış olması. Hatta yönetmen; asıl hikayenin daha sert olduğunu, kendisinin hikayenin bir çok yanını filme almadığını belirtmiş. Filmin başında "hikayenin gerçek kahramanlarına" adanmış olduğunu görüyoruz. Yönetmenin bu tavrıyla filmin "based on a true story" klişesine düşüp düşmediği ayrı bir tartışma konusu fakat Anadolu'da bu ve benzeri ve hatta bundan daha sert öykülerin yaşandığı zaten hepimizin malumuyken filmin, hikayenin gerçekliği üzerinden yükselmesi zaten beklenemez.

Ayrıca filmin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından resmi olarak okullara ve öğrencilere tavsiye edildiğini de söylemeden geçmeyelim. Tabi bu konunun filmin "Almanya’da okullar için özel proje konusu yapılması" ya da "Alman çocuklarının göçmenlere bakışını değiştirecek bir film olduğunun yazılması" ile ilgisi var mıdır? Bilinmez.

Her halükarda Türk sinemasının nitelikli bir örneği olan film; çocukları korkutmak için uydurulan Mommo isimli "ecinni"nin aslında hayatın ta kendisi olduğunu göstermek için güzel bir yol seçmiş. Filmi izledikten sonra bir noktaya ulaştırmak izleyiciye bırakılmış.

7.5/10


26 Kasım 2009 Perşembe

500 Days Of Summer (2009)


Bazı zamanlar olur hayatınızda. Hiç birşey için çaba sarfedemez, uğraşamaz, üşenirsiniz. Öyle bir dönemin içerisindeyim ben de şu sıralar. Öyle ki izleyeceğim filmleri bile anlaşılabilir konular üzerine kurulu; kurguyla, göndermeyle uğraştırmayacak türden seçiyorum.

Malum havalar da bir değişik, bir anda hava kararıyor, güpegündüz her taraf sis oluyor falan. Dışarı adımını atası gelmiyor insanın. Ben de atmadım haliyle. Koca bir fincan kuşburnu yapıverdim kendime, çektim yorganı burnuma kadar. Uğraştırmasın istiyorum ya hani, öyle bakınıyorum romantik komedilere. 500 Days of Summer diye bir film takıldı gözüme. Hah dedim tam benlik! Ama nerden bilebilirdim hastası olacağımı, o alıştığımız klişe romantik komedilerden olmadığını.


500 Days of Summer, 9 Ekim 2009’da ‘Aşkın 500 Günü’ adıyla girmiş Türkiye’de vizyona. İlgi gördü mü, izlendi mi hiçbir fikrim yok, zira ben de farketmemiştim vizyona girdiği tarihlerde.

Yönetmen Marc Webb, aslına bakarsak video klip işleri ile uğraşmış bugüne kadar. Bir çok ünlü sanatçı/grupların video kliplerine imza atmış. Araya birkaç tane uzun metraj sıkıştırmış sadece. Marc Webb imzası taşıyan bir yapımı ilk defa izliyorum ben de. Gayet başarılı buldum kendisini, uzun metrajda pek tecrübeli olmamasına rağmen hiçbir eksiklik hissetmedim, hatta yazının sonlarına doğru değineceğim, beni benden alan birkaç detay var ki aman aman.

Joseph Gordon-Levitt ve Zooey Deschanel başrolleri paylaşıyor Aşkın 500 Günü’ne. Zooey ablamızı tanımayan yok, bakışlarıyla her duyguyu ifade edebilcek yetiye sahip kendisi. Joseph Gordon ise eşsiz bir oyunculuk sergiliyor film boyunca.


Çok fazla spoiler vermemeye çalışırak biraz da filmden bahsedelim.

‘Boy meets girl. Boy falls in love. Girl doesn't.’ Filmin tagline’ı filmin konusu hakkında ufak bir fikir sahibi olmanızı sağlıyor aslında. Aynı kurumda çalışan Tom ve Summer tanışır, ve ismini koyamadıkları 500 günlük ilişkilerini/yaşadıklarını bize aktarır ‘500 days of summer’.

Anlatılan 500 gün içerisinde sürekli bir gülümseme modunda izliyoruz filmi. Ya konuşmalara gülüyoruz, ya da kendimizden birşeyler buluyoruz karakterlerde. Filme ait anlatılacak çok detay mevcut, ama ‘şurasını da mı yazsam, bak şu sahnede ne acaip bir replik vardı’, diyerek filmin içeriğine girecek olursam, tüm filmi anlatmadan çıkamayacağıma eminim. O yüzden filme ait detayları burada kesiyor, bu birbirinden şahane detayları siz değerli izleyicilere bırakıyorum efenim.

Yönetmen Marc Webb, filme konu olan 500 günü kronolojik bir sırayla işlememiş. Bir anda 303. Günü anlatırken, bir sonraki sekansta 15. Günü yaşıyor Tom ve Summer ikilisi. Bu anlatım şekli de filme ayrı bir hava katmakla birlikte, ilişkinin ilk günleri ile son günleri akılda kalıyor sürekli. Dünü, yarını olmayan bir anlatım stiliyle işliyor konuları.

Filmi klişe olan bir mutlu sonla bitirmemekle kalmamış, şahane bir finale imza atmışlar. 500 days of summer biter, … day of autumn başlar. Çok leziz. Ayrıca ‘expectations/reality’ sahnesi görülmeye değer.


Evet itiraf ediyorum ön yargıyla yaklaştım, kuşburnu yudumlarken, uykuya dalar bugünü de böylece kapatırız diyordum filme başlarken. Yanılmışım. Küçük detaylara, işleyişe ve özellikle soundtracklere hasta oldum. Uzun zamandır dinlediğim en iyi soundtracklere sahip 500 days of summer.

Son olarak afişten bir alıntı yaparak, sizlere deli gibi öneriyorum bu nacizane filmi.

‘This is not a love story. This is a story about love.’

7/10



http://www.imdb.com/title/tt1022603/

24 Kasım 2009 Salı

Pandora'nın Kutusu (2009)


Aslına bakarsanız film ile ilgili nereden başlayacağımı pek bilmiyorum, lakin anlatılacak çok şey olmasına rağmen önce boğazım da düğümlenen cümleleri çözmem gerektiğinin farkındayım…

Film’in izlenmesinin üzerinden 24 saat kadar geçti ve artık yarım kalan giriş cümlesinden devam edebilirim. Film sene başın da gösterime girmiş ancak doğal olarak fazla reklamı dönmediğinden ve bir kaç salon da gösterime girmesi nedeniyle çok sonraları izleme fırsatına nail oldum.


Yönetmen koltuğun da Yeşim Ustaoğlu’nun oturduğu, başroller de ise Derya Alabora, Onur Ünsal, Övül Avkiran ve Tsilla Chelton‘ın bulunduğu film’in senaryosu Yeşim Ustaoğlu ve Selma Kaygusuz tarafından kaleme alınmış. Şu an benim de dahil olduğum genç jenerasyonun belki de şu an farketmediği ancak yıllar geçtikten sonra suratın da tokat gibi patlayacak olan bazı şeylerin izdüşümü olarak yaşam kavramını tekrar dan sorgulamanıza yol açacak bir yapım. Özellikle Nusret karakteri ile fransız oyuncu Tsilla Chelton senaryoyu okur okumaz kabul edip türkçe dersleri almak suretiyle film de rol almış, kesinlikle görülmesi gereken bir performans sunmuş.

Pandora’nın kutusu yunan mitolojisin de pandoranın merakına yenik düşüp açtığı ve kötülükler birbir ortaya saçıldığı bir durumu simgeliyor film ise aynı ortak payda da farklı bir il de yaşayan alzheimer hastası ‘nusret teyze’nin (Tsilla Chelton) kaybolması sonucun da kardeşlerin hayatlarını tekrar sorgulamaları üzerine gelişiyor.


Aslında Yeşim Ustaoğlu çarpık insan ilişkileri içeren örnekler ile hayata dair daha basit ama eksikliğini fazlasıyla hissetiğimiz sevgisizlik ve yalnız olma durumunun herkes için bir gün gerçekleşeceğini öngörüyor, demek istediğim olay sadece filmdeki kişiler ve yaşanılanlar dan ibaret değil kesinlikle görmek istediğiniz taktir de daha fazlasını içeren bir film…

Not: Ayrıca film, sinema dünyasının ünlü festivallerinden olan San Sebastian Uluslar arası Film Festivalin de ‘Altın İstiridye’ ödülüne layık görülmüş.

8 / 10

http://www.ustaoglufilm.com/pandoranin_kutusu/

28 Ekim 2009 Çarşamba

The Taking of Pelham 1 2 3 (2009)




Bu yazın en kolpa action filmlerinden biri olduğu düşünüyorum, izleyenler de mutlaka benimle aynı fikirdelerdir. Açıkçası bir sinefil olarak Deja Vu, Man On Fire, True Romance gibi filmlerin yönetmeni Tony Scott’tan daha başarılı birşeyler beklerdim. Giriş cümlelerinden anlamış olduğunuz gibi filmi yerden yere vurmak için yazdığım bir yazı olacak, 2 saatlik bir zaman kayıbı sizin için önemli değil ise John Travolta filmi izleyeceğiz daha ne laf salatası yapıyorsun diyenler de buyursun izlesinler. Sinemaya bu minvalde bakan biri de bu yazıdan bir sonuç çıkaramayacağından gerisini okumadan kendine bir çay koyup filme başlaması en hayırlısı olacaktır…


Ayrıca film yine abuk bir şekilde izleyici salak yerine konulmak suretiyle ticari kaygı sonucun da ‘Metrodan Kaçış’ olarak çevirilmiş. Yönetmen koltuğunda ise her seneyi bir yada iki filmle bitiren gayet üretken bir şahıs olan Tony Scott oturuyor. Yönetmen diğer filmlerin de olduğu gibi yine babacan bir casting hazırlamış bu da benim filmi izleme nedenlerimden biri olduğunu söyleyebilirim. Başroller de Denzel Washington ve John Travolta’yı görüyoruz yardımcı roller de ise kaypak belediye başkanı rolu ile The Sopranos dizisin de Tony Soprano olarak tanıdığımız James Gandolfini yer alıyor.

Senaryo dan biraz bahsetmek gerekirse; metro vagonlarından birini yolcuları ile birlikte fidye amaçlı olarak kaçıran bir çete ve sonrasın da yaşanılan kahramanlık (!) hikayesi olarak özetlenebilir. Sizce de çok klişe ve sıradan değil mi?


Daha önce defalarca gördüğümüz Hollywood sosuna batırılmış alttan alttan propagan da yapan filmler serisine yeni bir halka eklenmiş oldu, izlediğim en kötü rehin alma temalı film olmasının yanı sıra Amerikan polislerinin salaklıkları ise başka uzuvlarınız ile gülmenize sebep olabilir.

Ek olarak bu film 1974 yapımı aynı isimli filmin remake’i olarak çekilmiş.(http://www.imdb.com/title/tt0072251/) Açıkçası bunu izledikten sonra orjinaline nasıl tahammül edilir ya da şans verilir mi bilemedim dostlar.

Son söz olarak söyleyebileceklerim ise; bu kadar sağlam bir oyuncu kadrosunun da durumu kurtaramamış olması üzücü. Onlarca izlenmemiş başyapıt varken buna zaman harcamayın derim...
4 / 10

27 Ekim 2009 Salı

Orphan (2009)



Bu yaz sonu ülkemizde 'Evdeki Düşman' adıyla da gösterime giren 'Orphan' adlı filmden bahsetmek istiyorum dostlar, uzun süredir yazmıyordum bu suskunluğa biraz ara verelim istedim…

Sanırım yetim olarak çevirilmesi abuk ve aşağılayıcı olarak geleceğinden (!) 'Evdeki Düşman' olarak çevirilmiş ancak bana kalırsa daha saçma olmuş. Levye’nin Biraz da İğrenelim adlı yazı dizisine eklenmesi gereken numunelerden biri.



Afişi gördükten sonra The Ring filminden Samara Morgan aklıma gelmedi desem yalan olur, ama izledikten sonra gördük ki samara bu kızın yanında gerçekten halt etmiş . Yönetmen koltuğun da casting konusunda gayet başarısız olan (bknz: House Of Wax) Jaume Collet-Serra oturuyor olmasına karşın oyuncu seçimlerinin çok başarılı olduğunu söyleyebilirim.


123 dk‘lık süresi ile gayet uzun ve yer yer insanı sıkan bir tempoya sahip, ancak son final bölümü tüm bunları unutturacak kadar güzel hazırlanmış. Şu ana kadar filmin artılarından bahsettik ancak yadsınamayacak kadar kötü noktaları da yok değil; gerilim oluşturmak adına yıllardır kullanılan klişe ses efektleri ve buzdolabının garip bir uğultu ile beraber kapatılması gibi şeyler artık yeter dedirtiyor.

Bir gerilim filmi olarak beklentileriniz bu yönde olmasına karşın son bölüme kadar ‘Esther’ adlı karaktere antipati besleyerek geçiriyorsunuz yani bu karakter sizin üzerinizde bir gerilim unsuru oluşturmuyor. Ayrıca kurgu konusunda da eksikleri olduğunu düşünüyorum, bu kadar uzun bir filme akıcılık katması muhtemel şeyler eklenmemiş ve final bölümüne kadar konunun alt metni hakkında sadece oyuncular arasındaki diyaloglar sayesinde bilgilendiriliyorsunuz bunlar flashback ler ile desteklenmiş olsa daha güzel bir seyirlik haline gelebilirmiş.

Her zaman olduğu gibi filmle ilgili beklentileriniz ne kadar az olursa o kadar keyif alacağınıza eminim. İyi seyirler.

6,5 / 10

http://www.imdb.com/title/tt1148204/
http://orphan-movie.warnerbros.com/


28 Eylül 2009 Pazartesi

Låt Den Rätte Komma In (Let The Right One In) (2008)

100 yılı aşkın bir sürede edebiyat dünyasından sinema dünyasına geçmiş bir klişeyi nasıl yeniden yorumlarsınız?

İşte bu sorunun cevabını almanızı sağlayacak film ... 2008 Aralık'ında dünyanın muhtelif yerlerinde gösterime giren İsveç yapımı bu film, özellikle Holywood'un ekmeğine yağ süren büyük bir "korku" klişesini yıkıyor. Holywood bunun üzerine nasıl geçeck acaba? şeklinde düşüncelerin lüzumu yok zannımca. Keza kendileri ya filmi alır daha güzel efektlerle yeniden gösterime sokar ya da benzer bir konuyu farklı bir isimle piyasaya sürer(remake diyalla). Bu film hakkında sanırım kendileri pek birşey yapamayacaklar, özel efektlerden gerçekçiliğe ve hatta oyunculuğa tam anlamıyla bir şaheserle karşı karşıya kalmış durumdalar çünkü.

Oskar'ın hayatı hergün okul arkadaşlarından işkence görmek ve odasında yalnızlığıyla cebelleşmek gibi rutin meselelerle geçmektedir. Bu sırada yan dairesine yeni taşınmış olan kendisinden birkaç yaş büyük (12 yaşındaki) Eli'yle tanışır. Ve aralarında duygusal bir yakınlaşma başlar.

Tam buraya kadar klasik bir dram /romantik filmin işleyişini özetleyebilmiş oluruz. Ancak film türdeşlerinden burada kopuyor. Çünkü küçük Eli bir vampirdir. Hem de Bram Stoker'ı depresyona sürükleyecek cinsten bir vampir...

Film, İsveç sinemasının soğuk, gerçekçi ve katı havasına eklediği korku öğelerini aynı gerçekçilikle yansıtıp tırım tırım tırsıtırken aynı zamanda insanın dudağına sıcak kanlı bir öpücük konduruveriyor dersem radikal gazetesi haftasonu eki yazarları gibi kolpa bir izlenim bırakmış olurum sanırım. Ama konu hakkında daha güzel bir ifade cümlesi gelmiyor aklıma.

Özellikle başroldeki çocuk oyuncuların (Kåre Hedebrant ve Lina Leandersson) mükemmel oyunuyla bağlılık, aşk gibi konuları anlatırken toplumsal cinsiyet gibi bir konuya da inceden değinen film; vampir klişelerini de oldukça güzel işleyerek Stoker'ın kemiklerini sızlatıyor alenen.

John Ajvide Lindqvist in aynı adlı romanından uyarlanan film şimdiye kadar izlediğim en farklı, en sürükleyici, en ağız burun uyuşturan filmler arasına girdi bile.. Hatta bazı kısımlarda Ondskan' ı hatırlattı. En az üç kere daha izlerim ben.. Siz bir kez de olsa bir göz atın bakalım..

9.5/10

http://www.imdb.com/title/tt1139797/
http://www.lettherightoneinmovie.com/

24 Eylül 2009 Perşembe

Baran (2001)


"Benimle bir parça ekmeğimi paylaşır mısın?"

Rang-e khoda (Allah'ın Rengi), Bacheha-Ye aseman (Cennetin Çocukları) ve Pedar (Baba) gibi İran'ın seçkin filmlerine imza atan usta yönetmen, senarist (belki bir mutasavvıf) Majid Majidi'nin 2001 yapımı filmi.

Film, dini baskı ve yoksulluk nedeniyle İran'da bulunan Afganların yaşam zorluklarını anlatıyor.

İranlı genç bir inşaat işçisi olan Lateef (Hossein Abedini - bkz. Pedar) kolay olan işini elinden alan Afgan çocuğa zulmetmeye başlar. Kendisini tanıdığında ise işler tamamiyle değişecektir.

Film, izleyiciye verdiği şu bilgiyle başlıyor;

1979'da Sovyetler Birliği Afganistan'ı işgal etti. Sovyetler 10 yıl sonra geri çekildiğinde ülkenin eski halinden eser kalmamıştı. Bu yıkımla birlikte sonrasında başlayan iç savaş, Taliban rejiminin zalim saltanatı ve 3 yıllık kuraklık, milyonlarca Afganın ülkelerinden kaçmasına yol açtı. Birleşmiş Milletler'in tahminine göre İran, şu anda 1,5 milyon Afgan mülteciye ev sahipliği yapıyor. Yeni nesilin büyük bir kısmı İran'da doğdu ve ülkelerini hiç görmediler.

http://www.imdb.com/title/tt0233841/

16 Eylül 2009 Çarşamba

Biraz da İğrenelim (Part - 1)

Her zaman film yazacak değiliz ya, birazda sinemadan konuşalım istedim sevgili okur. Yani tam olarak sinemadan da değil; yabancı filmlerin ülkemiz piyasasına ve sinemalarına girdiğinde oluşabilme olasılığı yüksek iğreti durumlardan bahsetmek istiyorum.

Bu iğreti vaziyetlerden ilki “dilimize çevrilen film isimleri”dir. Genel olarak internet üzerinde; özel olarak da sözlüklerde bu konuyla ilgili dökümanlara rastlamanız mümkün. Ben bir de kendi gözümden bu olayı neşredeyim istedim.
Konuyla ilgili alacağımız temel örnek “Eternal Sunshine Of The Spotless Mind” olacak sanırım. Bildiğiniz üzere Jim Carrey ve Kate Winslet’in başrollerini paylaştığı bu güzide film. Nice Melis’in gönül kapılarını aralamasına sebebiyet vermiştir. Sadece duygusal Melisler değil; benim gibi ruhsuz alet çantası aparatları dahi etkilenmişlerdir bu filmden. E tabi nefis konu, muhteşem işleyişe uygun bir de güzel isim bulmuşlar. Ancak film ülkemizde hepimizin bildiği üzre “Sil Baştan” olarak gösterime girdi. Ve bize de bu güzelim filmi bir Pazar akşamı Kanal D’de çekirdek çitleyerek izlemek kaldı.

Bu gibi birkaç filmi sıralamak ve sizlere hatırlatmak istiyorum izninizle :

The Bucket List (2007) : Başrollerini Jack Nicholson ve Holywood'un Münir Özkul'u Morgan Freeman'ın oynadığı bu muhteşem film; hayatlarının son dönemlerini yapmak istedikleri herşeyi yaparak geçirme arzusuna sahip iki ihtiyar delikanlının hikayesini anlatmakta. Filmin dilimize çevirisi "Şimdi Ya da Asla".





Oldboy: İhtiyar delikanlılardan bahsetmişken; Chan-wook Park'ın yönettiği 2003 tarihli bu eşsiz intikam hikayesi de dilimize İhtiyar Delikanlı olarak çevrilmiş.






Stepmom : Başrollerinde Julia Roberts, Susan Sarandon ve Ed Harris' in oynadığı duygusal film. Sırf şu yanda görmüş olduğunuz afişteki kadınların pozisyonu ve afişe bakan adamın aynı anda radyoda çalan Songül Karlı türküsü "Omuz Omuza Gardaş"'ı dinlemesi sebebiyle filmin Türkçe'ye çevirisi Omuz Omuza olarak yapılmıştır.

Leon : Zamanında hepimizin baştacı ettiğimiz 1994 tarihli efsane film. Yönetmen Luc Besson. Bu filmde yukarıda verdiğim örneklere nazaran daha farklı bir durumla karşı karşıyayız. Yukarıda gördüğümüz bazı çevirilerde İngilizce'de mevcut bazı terim veya deyimlerin Türkçe içerisinde bulunmaması sonucunda ortaya çıkan alakasızlıkların mevcudiyeti dikkatinizi çekmiştir. Bu noktada çeviriyi yapanlara sinirlenme kat sayımız söz konusu Leon olduğunda oldukça artıyor. Çünkü çeviren abimiz ya da ablamız; filmin orjinal isminin (Leon) yetersiz olduğuna kanaat getirmiş olacak ki filmin çevirisini bize aynı zamanda filmin temasını özetleyebilecek şekilde yapmış; Leon : Sevginin Gücü...


Good Bye Lenin! : Muhteşem bir film. 2003 yapımı "Alman" filmi. Yönetmen Wolfgang Becker. Demokratik Alman Cumhuriyeti'nin yıkılmasına yakın komaya giren anne ve uyandığında karşılaştığı kapitalist ülkesini görüp komple diyar değiştirmemesi için çabalayan oğlunun dramatik hikayesi. Şimdi bu film enfes bir kapitalizm eleştirisi ve bir Alman filmi arkadaşım. Hadi bunları anlamadın isminin sonunda ki ünlemi (!) de mi görmedin yahu! Tamamen ironik olan bu ismin Türkçeye çevirisi Elveda Lenin. Çeviriyi bu sefer tutturdun da gene gol değil sayın abim...

There's Something About Mary : Buna hiç girmiyorum. Konuya gerek yok. Kolpa Amerikan komedisi. Velakin arkadaş öyle bir çevirmişsin ki ben o çeviriyi okuyana kadar ingilizce gramerimi geliştirirdim. Dili dönmüyor ki insanın. Ah Mary Vah Mary. Ben bizzat yaşadım bu olayı : ah veri vah veri'ye bir bilet lütfen..

Bir de tabi imam ve cemaat ilişkisinin daha açık şekilde karşımıza çıktığı bir durum da korsan cd çevirileridir. Adamlar haklı tabi. Hatta yeryer orjinalinden daha iyi çalışmalar çıkabiliyor.

Bizzat gördüklerim :


House of Wax : Sırf afişin verdiği gazla Eriyen Kadın...








Edukators Yine bir afiş çalışması; Kanlı Duvar.

Bu örnekler böyle sürüp gider. Şarkı ya da film isimlerinin çevrilmemesi sanıyorum hepimizin tercihidir. Ya da film isimleri çevrilirken yapımcı firmanın belirlediği çeviriler kullanılmalıdır ki yapımın anlam bütünlüğü bozulmasın. Bu da yazıdan çıkarılabilecek ana fikirdi. Ya da değildi. Bilmiyorum...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Machuca (2004)


Dünün Çocuklarına...

1973 yılın da politik buhranlar geçiren Şili’de başlıyor hikayemiz. Ülkemiz de 1980 kuşağından olanlar için mutlaka film de birçok ortak nokta göreceğinden eminim ve dolayısıyla çok ta yabancısı olmadığımız bir temayı işliyor. ‘Pinochet’ nin 11 Eylül 1973 yılında askeri darbe ile yönetime el koyduğu dönemde uygulanan faşizm’in halk üzerindeki etkilerini acımasız ve yalın olarak yansıttığını söyleyebiliriz. Filmin henüz başların da yol kenarındaki bir duvar da ‘savaşa hayır’ yazısının filmin son bölümlerin de olmadığının ve üzerinin boyandığının gösterilmesi oldukça çarpıcı bir detay olarak aklımıza kazınıyor.Film ile ilgili tek hatırladığın bu mu diyenleriniz olabilir, detaylar aşağıda...


Santiago’nun elit ailelerinden birinin oğlu olan Gonzalo Infante (Matias Quer) ile gecekondu mahallesin de yaşam mücadelesi veren ve okul da dışlanan çocuklardan biri olan Pedro Machuca (Ariel Mateluna) ile tanışması sonucu şekillenen film, çocukların farklı bakış açılarından ülkedeki kaosu anlatıyor. Ayrıca bu iki çocuğun farklı sosyal tabakalara ait olması ancak buna rağmen birbirlerinin hayatlarına eğreti bir şekil de dahil olması ise filmin alt metinine iyi bir şekilde yedirilmiş. Bana kalırsa filmin en başarılı yanı izlerken ister istemez çocukların yaşamış olduğu olaylar karşısında sizi empatik düşünmeye sevk etmesi.

Oyunculuk konusunda iki tane ufaklığın böylesi dramatik bir yapım da gösterdiği performans gerçekten etkileyici ancak aynı şeyi yardımcı oyuncular için söylemek mümkün değil. Oldukça sade ve gerçekçi bir anlatıma sahip olan film içerik itibariyle de bir çok siyasi gönderme ve mesaj kaygısı taşıdığını söyleyebiliriz.


2004 yılında imdb.com sitesin de aldığı oylar ile yılın en iyi 5 filminden biri seçilmiş olduğuna da ayrıca belirtelim.. Filme ait afiş ve görselleri incelediğim de ise şu dikkatimi çekti Pedro’nun elinde tuttuğu bayrak üzerindeki simgelerin silinmiş olması ne amaçla yapıldığını konusunda birkaç fikrim olmasına rağmen tam olarak nedeni araştırmama rağmen bulamadım…

Bu bilgiler haricin de filmle ilgili önemli detayları daha fazla buradan aktarmak istemediğimden sadece filmi izlemeden önce hafızanızın tazelenmesi adına şunları eklemek istiyorum ; 11 Eylül 1973 tarihin de askeri darbe ile yönetime el koyan ‘Pinochet’ yaklaşık 17 yıl kadar ülkeyi bu şekil de yönetmiştir, bu dönem içerisinde cunta muhalifleri için yapılan toplama kamplarında binlerce insanın işkence gördüğü ve öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Bugün 11 Eylül yarın ise 12, insanlık tarihi için utanç verici günlerin yıldönümü, bu konularda apotilik yani var olmayan bir duruşunuz var ise bence bu filme bir şans verin ve tekrar düşünün…

8 Eylül 2009 Salı

Il y a Longtemps Que Je T'aime (2008)

Eylül ayının başındayız, yazın son demleri, sonbaharın kendini gösterdiği, gökyüzünün griye çaldığı karanlık saatler… Havada yağmur var, sonbaharın getirmiş olduğu ürperti ile birlikte anlamsız bir hüzün kaplıyor her yanımı… Herşey tamam gibi gözükse de, bir şeylerin eksik olduğu kanısına varıyorum aniden… Sonbaharın vazgeçilmezi; “ bol jötemli film”… evet evet eksik olan bu…

Türkiyede 03.07.2009 tarihinde gösterime girmiş, ancak Hollywood filmi olmadığından dolayı pek bir gişe başarısı gösterememiş olan Il Y Longtemps Que Je T'aime (Seni o kadar çok sevdim ki) Fransız akademisyen/yazar Philippe Claudel’in ilk yönetmenlik denemesi..

6 yaşındaki oğlunun katili olarak, hapishanede geçen 15 yılın ardından tahliye olan Juliette Fontaine (Kristin Scott Thomas) , kardeşi Léa'nın (Elsa Zylberstein) ailesi ile birlikte kalma teklifi üzerine Nancy’e, kardeşinin yanına yerleşir. İşlenen cinayetin doğası nedeniyle, Juliette’in varlığı ailesi tarafından gizlenmeye çalışılırken, Lea’nın da kardeşini ziyaret etmesi yasaklanmıştır. Yıllar sonra iki kardeşin tekrar bir araya gelmelerinin ardından Lea’nın ; kardeşi ve yaşanan cinayet hakkında içten içe merakı her geçen gün daha da artmaktadır. Buna karşın Juliette, ketum tutumunu her an sergilemektedir, ta ki kardeşi Lea yeğeninin ölümünü ardındaki sırları öğrenene kadar…

Lea’nın 117 dakika boyunca öğrendiği detaylarla, Juliette karşı tutumunuz sürekli değişkenlik gösteriyor. Juliette karakteri film boyunca kimi karelerde seviliyor olsa da, soğukkanlılıkla “Oğlumu öldürdüm.“ dediği sahnelerde ise sinirleri alt üst edebiliyor.

Eğer bu türden bir film yapıyorsanız, perdede sergileyebileceğiniz en iyi oyunculuğu sergilemek durumundasız. Bu sayede hikayenin inandırıcılığını artırıp, filmin temposunu da sürekli yüksek tutabilirsiniz. Yönetmen Philippe Claudel de Kristin Scott Thomas’ı başrole seçerek bunu gayet iyi gerçekleştirmiş.

Thomas’ın performansı sayesinde, film izleyicilerin hafızasında uzun süre yer alacağa benziyor. Yönetmen; “az sözle çok şeyi anlatabilmeniz gerekiyor” diyor, bir demecinde. İşte bu noktada Thomas sessiz ama doğal performansı, donuk bakışları ile tam da yönetmenin tabir ettiği bir oyunculuk sergiliyor. Juliette karakterinin yanısıra, Lea karakteri de oyunculuk bakımından çok etkili film içerisinde. Daha önce “Modigliani” filminde Jeanne karakteriyle dikkatleri çeken Elsa Zylberstein, güçlü karakteri perdeye çok iyi yansıtmayı biliyor.


Filmin derinlere işleyen noktalarına değinecek olursak, Kristin “seni anlıyorum” diyen patronuna, “ne anladın?” diyerek karşılık verdiği sahne, Lea’nın Juliette hakkında gerçekleri öğrendiği telefon görüşmesi esnasında, küçük kızın fısıltıyla okuduğu masalın hikayeyle örtüştüğü o muhteşem sahne izleyiciyi farklı boyutlara götürmeye yetiyor.

Tabi bu filmin de, artıları olduğu kadar eksileri mevcut. Yönetmenin, neredeyse film boyunca omuz planı ve yakın plan yüz çekimleri, kimi noktalarda "cuk " otursa da, çok sık kullanıldığından ötürü, istenen etkiyi bırakmıyor seyirci üzerinde. Tabi ki bu hata olarak değerlendirilebilecek yöntemi, yönetmenin ilk filmi olmasına bağlayabiliriz.

Bol kasvetli sonbahar günlerinde, sizler de birşeylerin eksik olduğu hissine kapılırsanız, yağmur sesleri eşliğinde bir ölçek Il y a Longtemps Que Je T'aime işinizi görecektir.

8 / 10

http://www.imdb.com/title/tt1068649/

5 Eylül 2009 Cumartesi

Bacheha-Ye aseman (Children Of Heaven) 1997



"Fıtrat diliyle yapılacak filmler bütün insanlığın gönüllerini fethede
decektir" diyor filmin yönetmeni Majid Majidi. Kendisinin de fıtrat; yani karakter ağırlıklı sinemasıyla gönülleri (en azından benimkini) fethettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.



Tahran doğumlu yönetmenin ve İran sinemasının en beğenilen filmlerinden biri olan Bacheha-Ye aseman, iki kardeşin ve bir çift ayakkabının hikayesi... Ali; kız kardeşi Zehra'nın ayakkabılarını tamirciden alıp eve götürürken kaybeder. İran'ın gecekondu bölgesinde yaşayan ailenin bırakın yeni ayakkabılar almayı; kiralarını dahi verecek durumları yoktur. Henüz ilkokul çağında olmasına rağmen iki kardeş durumun farkındadır ve hem ailelerine yük olmamak hem de babalarından gelecek cezadan korktukları için bu durumu aralarında sır olarak tutmaya karar verirler. Ali'nin spor ayakkabılarını dönüşümlü olarak kullanmaya başlayan küçük kardeşler artık okula yetişebilmek için ekstra çaba harcamak zorundadırlar.

Bu sade hikayeyle başlayan film yine bir o kadar duru şekilde devam ediyor. Ancak uyandırdığı hissiyat bakımından aynı sadelikte olduğunu söylemek zor. Keza küçük kardeşlerin çırpınışlarını izlerken büyük duygusal patlamalar yaşamamanız neredeyse imkansız.

Dedik ya fıtrat dili diye; filmi izlerken minimalist yaklaşımlara, davranış biçimlerindeki hassasiyete kendinizi o kadar kaptırıyorsunuz ki ortalama bir Holywood filminde karşılaşacağınız aksiyonun binde biri kadar bir hareketlilik esnasında nefesinizi tutuyorsunuz. Kendinizi karakterlerle özdeşleştirmek yerine onlara duyduğunuz yoğun sempati ve sevgi sizi bu hissiyata mecbur kılıyor. Film iki kardeşin, bir çift ayakkabının ve yoksulluğun da hikayesi aynı zamanda... Ama özellikle son zamanlarda Türk sinemasında da popülist örneklerine rastladığımız gibi duyguların arabesk biçimde sömürülmesi şeklinde değil; tamamen edebi bir akıcılıkla ve tamamen sanatsal estetik duyguları tatmin ederek işliyor konuyu. Kapı komşumuz olmasına rağmen çoğumuz için "kara bir perde" gibi görünen İran'ın gettolarındaki yaşama tanık olurken; aynı zamanda metropoldeki inanılmaz hayatın bu gettolardan nasıl milyonlarca kilometre uzaktaymış gibi durduğuna şahit oluyoruz.

Film çocuk oyuncularla bu tür filmlerin çekilebilmesinin yarattığı zorlukları ustalıkla aşmış vaziyette. Ali ve Zehra rollerindeki çocuk oyuncular; Amir Farrokh Hashemian ve Bahare Seddigi henüz yaşları çok küçük olmasına rağmen oldukça iyi bir oyunculuk sergilemişler.


En iyi yabancı film dalında oscar adayı olmuş film; izledikten sonra hafif acı bir gülümsemeyle başbaşa bırakıyor sizi. Kurduğumuz sistemin dünyanın heryerinde; hayatı elinden alınmış masum çocuklar bıraktığını yüzümüze o kadar duru şekilde vuruyor ki yarattığı hissiyat uzun süre gırtalğınızda kocaman bir yumruk olarak kalıyor.

Çok yakınında bulunan farklı bir dünyayı görmek isteyenlerin oldukça zevk alacağı bir film...

8 / 10


http://www.imdb.com/title/tt0118849/

31 Ağustos 2009 Pazartesi

The Wolfman (2010)


Kurt Adam Yine, yeni, yeniden…

Şu zamana kadar en yalın halinden, en fantastik haline kadar (Underworld serisi) bir dolu kurt adam temalı film izledik, izleyiciye bir şey katmayan çerez olarak nitelendirdiğimiz ve nezdimde basit aynı zamanda aşırı ticari Hollywood action’larından öteye gidemediler hiçbir zaman.


Hazır Hollywood‘tan bahsetmişken, son yıllarda çekilmiş onlarca çizgi-roman uyarlaması ve re-make yapımlardan sonra senaryo konusunda nasıl bir darboğaz da olduklarını tekrar ispatlamış oldular.

Yazıya başlamadan önceki amacım Hollywood’u yermek değil sadece ‘The Wolfman’ hakkında sizi biraz olsun bilgilendirmekti. O yüzden bu konuyu es geçip filmden biraz bahsedelim;

Öncelike ilk göze çarpan oyuncu kadrosunun gayet sağlam isimlerden oluşması bunlardan bir kaçını saymak gerekirse Anthony Hopkins, Benicio Del Toro ve Matrix filminde Ajan Smith rolünden tanıdığımız Hugo Weaving yer alıyor. Yönetmen koltuğunda ise Jumanji, Jurassic Park 3 ve Hidalgo filmlerinin yönetmeni Joe Johnston oturuyor.

Filme ait tanıtım yazısından anlaşılan senaryonun klişe olmasının yanın da, oyunculuk ve makyaj açısından gayet güçlü olduğunu da sözlerime eklemeden geçemeyeceğim, bu konuda iddialı olmamı sağlayan kesinlikle X Men serisinden hatırladığımız ‘Mystique’ karakterinin makyajında imzası bulunan Rick Backer’ın bu filme de el atmış olması.



The Wolfman Türkiye gösterimi şu an için (Imdb’nin yalancısıyım) 19 Şubat 2010 gibi gözüküyor. Kış sezonu ve gişe hasılatı için gayet iyi bir tarihe benziyor. Filmi görmek için birçok sebebimiz olduğu gibi hiç ilgilenmemek için de bir çok sebebimiz var. Gerisi size kalmış… Şimdiden izleyecek olanlara iyi seyirler…

Filmin trailer’ını buradan izleyebilirsiniz...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Inglourious Basterds (2009)

Ve işte beklenen gün geldi.. Ana tarafından Kızılderili, baba tarafından İtalyan olan ünlü yönetmen Quentin "Mr. Brown" Tarantino'nun son filmi "Inglourious Basterds" vizyona girdi. Senaryosunun kendisini epey bi uğraştırdığını her fırsatta dile getiren (ki bu süre “Reservoir Dogs” filmine kadar uzanan 20 yıllık bir zamandır.) Tarantino, en sonunda aklına yatan bir finalin de senaryosuna girmesiyle film çekimlerine başlamıştır. Şimdiye kadar ki çektiği tüm filmlerin bu film için bir hazırlık olduğunu söyleyen QT, bu seferlik sıra dışı bir zaman seçiyor ve izleyiciyi 2. Dünya Savaşı yıllarına götürüyor. Yalnız büyük bir farkla.. Yine aynı zamanda geçen "Casablanca", "Schindler’s List" veya "Der Untergang"… gibi filmlerin, tarihi gerçeklere "kendi çaplarında" sadık kalmalarının yanında, "Inglourious Basterds" filmi bırakın tarihe sadık kalmayı, kendi içerisinde alternatif gelecekler bile yaratıyor. Ama sana sesleniyorum ey eleştirmen: eğer bu adama sen tarihe sadık kalmamışsın diye eleştirirsen sana kızarım ve hatta tüm blog ekibini toplar, seni döverim. Çünkü işte Tarantino da burada gizli zaten. Film üzerine yayımlanmış birçok röpotajına baktığınızda, adam üstüne basa basa diyor ki: "Senaryonun gidişatını ben değil, içerisindeki kahramanlar yönlendirir..". İşte bu sebepledir ki gerçekte var olmayan kahramanların, tarihsel kişilerle buluşması Diana Kreuger'ın da dediği gibi kendi içerisinde orijinal bir mizah yaratıyor. Senaryo yazımında da karşısına çıkan en büyük sorunun tarihin ta kendisi olduğunu söyleyen QT, bu sebeple 2. Dünya Savaşı’nın gelişimiyle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Daha önceden de benzer senaryo yazım stillerini hatırlatan bu unsur aklıma "Reservoir Dogs" filmindeki seyirciye sunulmamış bir soygunculuk olayının sonrasındaki olayları ya da "Kill Bill" filmindeki "Engerek Timi" nin pek de değinilmemiş geçmişini aklıma getirdi. İşte Tarantino'nun da yapmak istediği şey, diğer filmlerinde olduğu gibi, olaylardan ziyade kahramanları detaylandırmak.

Once upon a time in Nazi-occupied France...
Filmin konusuna baktığımızda, iki farklı olay örgüsü karşımızda duruyor. Birincisi, 2. Dünya Savaşı zamanında ailesi Nazilerce katledilmiş Shosanna Dreyfus (Mélanie Laurent) adlı Yahudi bir genç kızın intikam öyküsü. İkincisi ise kendilerine Inglourious Basterds adını takmış, çoğu Amerikalı – Yahudi olan bir grup askerin Nazi avını anlatan bölüm. Senaryonun yazılım sürecinde, Tarantino başlarda filmi birinci olaydan ibaret tutmuş, fakat daha sonradan olaya Basterds bölümünü de dahil etmiş ve fil
min adını "Once upon a time in Nazi-occupied France" ın yerine "Inglourious Basterds" olarak değiştirmiştir. Bu iki olay örgüsü film içerisinde çeşitli düğümlerin oluşmasına neden oluyor ve filmin sonlarına doğru da bir çakışma noktasında buluşuyorlar. Her iki olayın içerisinde de yer alan Nazi faktörü bu olayları birbirine bağlayan en önemli unsur olarak beliriyor. Özellikle Shosanna’nın ailesini katleden Albay Hans Landa’nın (Christoph Waltz) film içerisindeki kötü adam profili son yıllardaki en iyi "kötü adam" performanslarından. Cannes'da en iyi erkek oyuncu ödülünü de alan Waltz'un film içerisinde kullandığı Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerine hakimiyeti tek kişilik bir şova dönüşüyor. Özellikle akıllara kazınacak bir İtalyanca konuşması var ki, lütfen el hareketlerine dikkat edin izlerken. Albay Hans Landa'nın, nam-ı diğer "Jew Hunter", elinden kurtulan Shosanna, Paris’te Marcel adlı siyahi sevgilisi ile sanat filmleri gösteren bir sinema işletmektedir. Kendisine abayı yakan bir Alman Askeri'nin belirmesi ile Landa ile Shosanna'nın yolları tekrar kesişecektir. Asker Fredrick Zoller (Daniel Brühl), ülke tarafından kahraman olarak görülen bir askerdir ve bu kahramanlığı da kendisinin başrolünde yer aldığı Nation's Pride adlı film ile taçlandırılmıştır. Filmin prömiyerinin Shosanna'nın sinemasında yapılmasına karar verilmesi ve gösterimin güvenliğinden sorumlu Landa'nın belirmesi, Shosanna'nın içerisindeki intikam ateşini fitillemiştir. Diğer taraftan Teğmen Aldo "Apachi" Raine'in (Brad Pitt) önderliğinde kurulan Basterds ekibinin her üyesi, teğmenlerinin istediği gibi adam başı 100 Nazi kafa derisi yüzmek için yola çıkmışlardır. Alman bir aktris olan Bridget von Hammersmark'ın (Diane Kruger) casus olarak yardımı ile Basterds grubunun yolu da bu film gösterimine düşecektir.

Jew Hunter, Apachi, The Bear Jew ve diğerleri…
Filmdeki performanslara baktığımda, Waltz ve diğerleri ayrımını yapmak benim için çok kolay. Hatta Brad Pitt ile karşılıklı oynadıkları sahnelerde, Pitt'i baya baya ezdiğini söyleyebilirim. Brad Pitt, film içerisinde kullandığı aksanı, Tarantino ustanın boynuna kondurduğu koskoca bir kesik izi ve çıkık bir çene ile takındığı hafif çemçük duruşu biraz abartıya kaçırsa da başarı ile sergiliyor. Diane Kruger ise canlandırmış olduğu casus rolünde, Waltz gibi dile hakimiyeti ile ön plana çıkıyor. Almanya'da doğup, Fransa'da yaşamakta olan aktris bu iki ülkenin dillerini de beceri ile kullanıyor. Bir de İngilizce konuşurken, Amerikalıların dil öğrenmeme özürlülüğüne dem vuruşu var ki, rolünde zirveye çıktığı noktadır benim için. Shosanna rolünü canlandıran Mélanie Laurent'in performansı ise film içerisinde sürekli bir yükselişe sahip. Bu yükseliş, Kill Bill filmindeki başka bir Tarantino karakteri olan O-Ren Ishii'nin gelişimi ile ortak yönler taşısa da (ailelerinin katlediliş tarzları ve buna tanık olmaları) daha çok Uma Thurman'ın canlandırdığı Gelin karakterine benzemektedir. Her iki karakter de film içerisinde duygusal değişimlerini rahatlıkla sergilemektedirler. Bu filmde görülen değişim de, ailesinin öldürülmesine tanık olan küçük bir kızın, yaşamak için arkasına bakmadan koşan bir kızdan, official olmasa da nasıl bir "basterds" kızına dönüştüğü ile ilgilidir. Ayrıca filmdeki 5 ayrı bölümden birisi olan Operation Kino bölümünde basterds ekibine dahil olan Teğmen Archie Hicox'u oynayan Michael Fassbender, Waltz'u takiben en iyi ikinci performansı sergiliyor. Bu ana rollerin dışında, Basterds ekibinde yer alan diğer etkileyici rollerin sahipleri, tüm film boyunca neredeyse bir cümle kurmadan seyircinin beğenisini kazanan gerçek bir Tarantino zihni ürünü olan Çavuş Hugo Stiglitz rolündeki Til Schweiger ve Death Proof'tan da tanıdığımız Omar Ulmer karakterine giren Omar Doom. Ayrıca filmde Martin Wuttke'nin sergilemiş olduğu bir Adolf Hitler performansı var ki, okuduklarımın ve bildiklerimin aksine Hitler mizahi sınırları zorluyor. İşte performaslarda bu kadar… Tabi ki bu kadar değil. Eli Roth üzerine konuşmadan bu yazı tamamlanabilir mi? Oynamış olduğu Donny "The Bear Jew" Donowitz rolüyle Hostel filmlerini yönetmekten sıkılmış olacak ki, Tarantino'nun eline verdiği beyzbol sopası ile dehşeti bu sefer kendisi yaratıyor.


Bir detay var ki filmin içinde film
den öte...
Film içerisindeki detaylara baktığımda, ilk gözüme çarpan unsur filmin başlangıcında kullanılan isim fontlarının tıpatıp Sergio Leone'nin Western'leri gibi olması. Ama Tarantino'nun içindeki Western tutkusu yalnızca görsel öğelerde değil, aynı zamanda film içerisindeki müziklerde de kendisini hissettiriyor. Film ilerledikçe ve anlatıcının devreye girmesi ile içimiz rahatlıyor. Çünkü filmde aktör olarak yer almasa da sesi ile Samuel "Motherfucker" L. Jackson bizi yalnız bırakmıyor. Yalnızca o da değil, bir başka tanıdık ses de final sahnesine doğru telsizin diğer tarafından geliyor, bu ses de Harvey "Mr. White" Keitel'a ait. İlginç bir detay olarak, "Kill Bill" den çıkıp gelen ve hatta üstündeki rolü de değiştirmeyen güzeller güzeli Julie Dreyfus, toplasan bir dakika bile görünmese de, ana kahramanlardan olan Shosanna’nın taşıdığı aile soyadının kaynağını oluşturuyor. Giriş cümlesinde de belirttiğim gibi ana tarafından Kızılderili, baba tarafından da İtalyan olan Tarantino bir taraftan kahramanlarına kafa derileri yüzdürürken anasına, diğer taraftan da Spaghetti Western göndermeleri ile de baba tarafına selamları çakıyor. Bu selamlardan en güzeli de La Louisiane sahnesinde karşımıza çıkıyor. Deseler ki: "Reservoir Dogs filminin uzun depo sahnesi ile Sergio Leone’nin Il buono, il brutto, il cattivo'sunun mezarlıktaki üçlü düello sahnesini birleştirsen ortaya ne çıkar?" Tabi ki cevap, Inglourious Basterds'daki bar bodrumu sahnesi olacaktır. Ayrıca bu sahne Tarantino sinemasının başka bir tarafını da göz önüne seriyor. Bu da içki masası olsun (bu filmdeki ya da Death Proof'taki tüm içki masası muhabbetleri) ya da yemek masası olsun (özellikle Resorvoir Dogs'daki restoran ve Kill Bill'deki Bill'in sandviç hazırlama sahneleri) Tarantino'nun kahramanlarını diyaloglar ve monologlar ile coşturması. Bu filmde de yer alan açılış sahnesinde Waltz'a ait bir sıçan monologu var ki, saçma sapan konuşan bir adamı kafasıyla onaylarken buluyor insan kendini. Tarantino'nun bu monologları nasıl yazdığını bilmiyorum ama için için Plato'nun Devlet kitabından esinlendiğini düşünmekteyim. Bu kitapta Tarantino gibi Sokrates de karşısına elemanları topluyor ve bir süre sonra kendilerini civciv gibi yemlenirken bulmalarına neden oluyor. Ancak kitabın kapağını kapattığında ve zihnini kurtarabildiğinde: "Faşist lan bu adam resmen" diyebiliyorsun. Eminim ki bu monologlardan en güzeli olan Kill Bill'deki Bill'e ait olan Superman monologunu hatırlamışsınızdır. Korkmayın o monologla kıyas görmez bu. Film için söylenebilecek bir diğer önemli detay da filmin kendisinin geçmiş diğer filmler ile olan bağlantısı. Şöyle ki filmin adı bile, İngilizce'ye The Inglorious Bastards olarak çevrildikten sonra Amerika'da vizyona giren İtalyan asıllı yönetmen Enzo Castellari'nin 1978 yapımı 2. Dünya Savaşı filmi "Quel maledetto treno blindato" dan geliyor. İsim bağlantısının dışında Basterds ekibinin seçim sahnesi ve çıktıkları yol itibari ile Tarantino'nun da ifade ettiği gibi Dirty Dozen filmi birinci referans olarak yerini alıyor. Bir başka güzel detay da film içindeki filmde saklı. Nation's Pride adlı Nazi propagandası yapan filmin yönetmeni Eli Roth imiş. Ayrıca bu film resmi anlamda Tarantino'nun ayak fetişi olduğunun ilanıdır benim için. Daha önceden de karşılaştığımız Kill Bill'de Gelin ablamızın domuzcukları oynatma sahnesi ve Death Proof'taki Stuntman Mike'ın ayak yalama girişiminde olduğu gibi ayaklar bu sefer karşımıza bir sindrella öyküsünün içerisinde çıkıyor.


Filme eleştirel bir gözle baktığımızda en pozitif eleştiriyi gişe başarısının garantisi için kadroya dahil edilen Brad Pitt'in dışındaki oyuncu seçimleri hak ediyor. Ah bi de Brad'in yerine Michael Madsen abimiz oynasaydı o rölü, ne olurdu? Her ne kadar resmi tarihin gözünden Tarantino'yu eleştirmemek lazım desem de, bazı bazı insan rahatsız oluyor, hele finalde noluyo ya diyorsunuz. Allahtan arada bir Apachi Aldo karşımıza boynundaki kesik izi ile çıkıyor da kendimizi: "Tarantino filmindeyiz kendine gel" diye uyandırıyoruz. Yapılabilecek diğer bir eleştiri de Tarantino'nun filmdeki politik duruşu üzerine. Tamami ile Nazileri öldürmek için yola çıkmış olan çoğu Amerikalı Yahudilerden oluşan Basterds grubunun tarihsel gerçekleri sınırlarını zorlaması ile film Nazi propagandası yapan "hardcore" Nation's Pride filminin softporn Amerikan versiyonu olarak karşımıza çıkıyor denebilir. Ayrıca ilginç bir ayrıntı olarak Tarantino Amerikalıların zamanla Kızılderililerin kafa yüzme tekniğini ve günümüz teröristlerinin intihar saldırı girişimlerini filminde nasıl özümsediklerini gözler önüne seriyor.


Sonuç olarak film 153 dakikalık uzun süresi ile gayet başarılı ve akıcı bir öyküye sahip. Ki bu akıcılık "Pulp Fiction" daki gibi farklı olay örgülerinin buluşması ile de zirve yapıyor. Ama dersen ki bu film en iyisi mi? Ben de sana git "Pulp Fiction" izle derim. Tarantino diğer filmlerini bu filmi çekmek için bir hazırlık olarak görebilir ama benim için hala tüm Tarantino filmlerini izlemek "Pulp Fiction" ı izlemek için yapılacak bir hazırlıktır. Annesi gibi Kızılderili olan Apachi Aldo'yla kendisini özdeşleştirip: "That’s my masterpiece" diye röportajlarında filmini vurgulayan Tarantino'nun Nazi işgali altındaki Fransa'da çektiği bu Spaghetti Western kesinlikle yönetmenin psikopat bir sinefil olduğunu bariz bir şekilde seyirciye hissettiriyor. Bu sebeple sana tavsiyem git ve izle.

Modern Times (1936)

Tümünü Yasla
Sanat dallarında "en iyi" sıfatına pek sıcak bakılmaz. Ancak bazı isimler var ki, yapıtlarıyla yerlerini belirlemişlerdir. Sinema tarihinin şüphesiz en büyük ismi olan Charlie Chaplin gibi.

Yazarken, kamera önünde ve arkasında, piyano başında, dekorlarda, yani komple her şeyin Chaplin ürünü olduğunu bilmek, ve kendi zamanının çok ilerisinde olması, bu tespiti haklı kılıyor.

Chaplin'in en iyi filmlerinden biri olan Modern Times, kapitalizme ve dolayısıyla çarpık bir modernizme, fabrika işçisi gözünden olabilecek en eleştirel şekilde bakıyor.



Film, zamanının çok ötesinde. Ayrıntılara bi dolu şey sığdırılmış. İzleyiciyi defalarca hayrete düşürüyor. Özellikle çekildiği tarih dikkate alındığında, yani bundan 70 sene öncesinin sinema teknolojisiyle çekildiği düşünüldüğünde bu hayretler çok daha fazla oluyor.

Velhasıl; Daha fazlasını arayan patron, ve mutluluğu arayan Chaplin'in hikâyesi.

http://www.imdb.com/title/tt0027977/

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Donnie Darko (2001)


Donnie bir peygamber mi yoksa 90’ların kayıp kuşağının bir temsilcisi miydi? Peygamber olmak ne demektir? İlla ki destansı, masalsı hikayelerle bir halkın ve sonrasında dünyanın kaderini değiştirmek/mahvetmek mi gerekir? Yoksa her şeyin çizgisel zamanda geliştiğini iddia ettikleri, oysa aslında değişenin yalnızca şiddetin, çılgınlığın dozajı olduğu bir dünyada birilerine bu kaosun dışında da bir hayatın mümkün olduğunu göstermek de mi peygamberliktir?

Sosyal içerikli, psikolojik, fantastik, kara mizah türü sinema öğelerinin tümünü içinde barındıran Donnie Darko, 2001 yılında sessiz sedasız gösterime girip aynı şekilde çıkmış, ama zaman içinde bir kült haline gelmiştir. Halihazırda İMDB’nin ilk 250 filminin içinde 126. sırasında bulunan, “ölmeden önce izlenecek filmler” listelerine giren; yönetmeni ve senaristi Richard Kelly tarafından henüz lisedeyken senaryosu kaleme alınan ve daha 25 yaşındayken çekilen film, yönetmen için bence mükemmel bir başlangıç olmuştur. David Lynch ekolünden olduğu söylense de bence kesinlikle kendi tarzını daha ilk filminden ortaya koyarak beklentileri en üst seviyeye çekmiştir Kelly.


Reklama önem vermeksizin kendi halinde böylesine bir kült haline gelen filmi izleyip ardından da “En İyi Web Sitesi” ödülünü alan bol şifreli web sitesini çözer, son olarak da belgesel dvdsini izlerseniz çok net görürsünüz ki Donnie, bir modern zaman peygamberi olarak tasarlanmıştır. Ama bu bilgileri spoil etmek filmin tüm anlamının yitmesine neden olacağından “Merak ediyorsanız buyurun izleyin-çözün-izleyin.” demekle yetineceğim her zamanki gibi. Çünkü her ne kadar Donnie karakterinin iskeletini hristiyan geleneği oluştursa da, O asla bildiğiniz peygamberlerden değildir.

Daha en başta ABD bayrağının üzerine düşen uçak motoru, Darko soyadlı bir kahraman (ya da süper kahraman*), okula sabotaj**, “kişisel gelişim” saçmalıklarını dayatıp insanları kendini bilmez ve yola getirilmesi gereken yaratıklar olarak gören, ama aslında kendisi bilimum psikolojik saplantıların, komplekslerin pençesinde bir kadın öğretmen; öğrencilerine özgür düşünceyi deneyimletmeye çalışırken 50’li yıllardan kalma bir zihniyet tarafından okuldan attırılan bir başka kadın öğretmen; işinden olmamak için zaman yolculuğu hakkında zeki çocuk Donnie’nin sorularına bir noktadan sonra cevap vermemeyi seçen erkek öğretmen; “korku toplumu” gibi sağlam bir tespitten yola çıkmaya çalışsa da (filmin sonunda anlaşıldığı üzere) kendi sapkınlıklarını örtbas etmek adına insanlara “nasıl yaşayacaklarını” öğretmeye kalkan bir “kişisel gelişim dehası”; Çin’li ve şişko olduğu için içine kapanık, şimarık gençlerin alay konusu bir küçük kız; yaşadığı toplumun saçmalıklarını dibine kadar gören ve sırf varoluşunu*** anlamlandırmaya çalıştığı için toplum tarafından “garip” olarak nitelenen bir ergen; ölümü ve yalnızlığı sorgulayan bir ergen; saçmalıklara tahammülü olmayan ve şizofren ya da peygamber olduğu için bunları istemsizce ortaya çıkaran, insanların gözünü farkında olmadan açan Donnie ve sonunda… Mad World!****

Filmin en güzel yanı, çözecek bir dolu şifre barındırması. Daha filmin kendisini izlerken en yüzeysel anlamda bile mesajı almak zorken bir de sonunda tersten sarmaya başlayınca fark ediyorsunuz ki filmin normal akışında bulunmayan sahneler de geçiyor ve anlamadığınız noktaları aydınlatıyor. Diğer taraftan filmin sonu fena halde akılları karıştırıyor: fantastik-kara mizah-protest gençlik filmi tanımları arasında gidip gelirken nasıl olup da kara kahramanımızın bir kurtarıcı rolüne büründüğünü anlamak, her türlü detay bilgiye rağmen mümkün değil ya da mümkün ama eziklerin her zaman kaybetmesini görmeye olan tahammülsüzlük nedeniyle kabullenilemez. Derken Gary Jules’un muhteşem yorumu ile film sona eriyor. Donnie’yi ya seversiniz ya da nefret edersiniz. Bence bir varlığın (sanat eserleri de varlıktır) kendini ortaya koyabildiğinin en güzel kanıtı da budur. Ama ilk izleyişte sevmeyenlere, filmdeki sembolleri iyi takip etmelerini ve topluma yapılan eleştirilerin nasıl da güzel eklemlendiğine dikkat etmelerini tavsiye ederim.

* Gretchen: Donnie Darko? What the hell kind of name is that? It's like some sort of superhero or something Donnie: What makes you think I'm not

** They made me do it!

*** The rabbit's not like us. It has no... keen look at something in the mirror, it has no history books, no photographs, no knowledge of sorrow or regret... … They're cute and they're horny. And if you're cute and you're horny, then you're probably happy, in that you don't know who you are and why you're even alive. And you just wanna' have sex, as many times as possible, before you die... I mean, I just don't see the point in crying over a dead rabbit! Y'know, who... who never even feared death to begin with.

**** MAD WORLD
All around me are familiar faces
Worn out places, worn out faces
Bright and early for their daily races
Going nowhere, going nowhere
Their tears are filling up their glasses
No expression, no expression
Hide my head I want to drown my sorrow
No tomorrow, no tomorrow
Children waiting for the day they feel good,
Happy birthday, happy birthday,
And I feel the way that every child should,
Sit and listen, sit and listen
Went to school and I was very nervous
No one knew me, no one knew me
Hello teacher tell me what's my lesson
Look right through me, look right through me
And I find it kind of funny, I find it kind of sad
The dreams in which I'm dying are the best I've ever had
I find it hard to tell you, I find it hard to take
When people run in circles it's a very, very
Mad world
Mad world
Enlarging your world
Mad world

"Every living creature on earth dies alone." Roberta Sparrow

Gand

http://www.imdb.com/title/tt0246578/