27 Ağustos 2009 Perşembe

Inglourious Basterds (2009)

Ve işte beklenen gün geldi.. Ana tarafından Kızılderili, baba tarafından İtalyan olan ünlü yönetmen Quentin "Mr. Brown" Tarantino'nun son filmi "Inglourious Basterds" vizyona girdi. Senaryosunun kendisini epey bi uğraştırdığını her fırsatta dile getiren (ki bu süre “Reservoir Dogs” filmine kadar uzanan 20 yıllık bir zamandır.) Tarantino, en sonunda aklına yatan bir finalin de senaryosuna girmesiyle film çekimlerine başlamıştır. Şimdiye kadar ki çektiği tüm filmlerin bu film için bir hazırlık olduğunu söyleyen QT, bu seferlik sıra dışı bir zaman seçiyor ve izleyiciyi 2. Dünya Savaşı yıllarına götürüyor. Yalnız büyük bir farkla.. Yine aynı zamanda geçen "Casablanca", "Schindler’s List" veya "Der Untergang"… gibi filmlerin, tarihi gerçeklere "kendi çaplarında" sadık kalmalarının yanında, "Inglourious Basterds" filmi bırakın tarihe sadık kalmayı, kendi içerisinde alternatif gelecekler bile yaratıyor. Ama sana sesleniyorum ey eleştirmen: eğer bu adama sen tarihe sadık kalmamışsın diye eleştirirsen sana kızarım ve hatta tüm blog ekibini toplar, seni döverim. Çünkü işte Tarantino da burada gizli zaten. Film üzerine yayımlanmış birçok röpotajına baktığınızda, adam üstüne basa basa diyor ki: "Senaryonun gidişatını ben değil, içerisindeki kahramanlar yönlendirir..". İşte bu sebepledir ki gerçekte var olmayan kahramanların, tarihsel kişilerle buluşması Diana Kreuger'ın da dediği gibi kendi içerisinde orijinal bir mizah yaratıyor. Senaryo yazımında da karşısına çıkan en büyük sorunun tarihin ta kendisi olduğunu söyleyen QT, bu sebeple 2. Dünya Savaşı’nın gelişimiyle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Daha önceden de benzer senaryo yazım stillerini hatırlatan bu unsur aklıma "Reservoir Dogs" filmindeki seyirciye sunulmamış bir soygunculuk olayının sonrasındaki olayları ya da "Kill Bill" filmindeki "Engerek Timi" nin pek de değinilmemiş geçmişini aklıma getirdi. İşte Tarantino'nun da yapmak istediği şey, diğer filmlerinde olduğu gibi, olaylardan ziyade kahramanları detaylandırmak.

Once upon a time in Nazi-occupied France...
Filmin konusuna baktığımızda, iki farklı olay örgüsü karşımızda duruyor. Birincisi, 2. Dünya Savaşı zamanında ailesi Nazilerce katledilmiş Shosanna Dreyfus (Mélanie Laurent) adlı Yahudi bir genç kızın intikam öyküsü. İkincisi ise kendilerine Inglourious Basterds adını takmış, çoğu Amerikalı – Yahudi olan bir grup askerin Nazi avını anlatan bölüm. Senaryonun yazılım sürecinde, Tarantino başlarda filmi birinci olaydan ibaret tutmuş, fakat daha sonradan olaya Basterds bölümünü de dahil etmiş ve fil
min adını "Once upon a time in Nazi-occupied France" ın yerine "Inglourious Basterds" olarak değiştirmiştir. Bu iki olay örgüsü film içerisinde çeşitli düğümlerin oluşmasına neden oluyor ve filmin sonlarına doğru da bir çakışma noktasında buluşuyorlar. Her iki olayın içerisinde de yer alan Nazi faktörü bu olayları birbirine bağlayan en önemli unsur olarak beliriyor. Özellikle Shosanna’nın ailesini katleden Albay Hans Landa’nın (Christoph Waltz) film içerisindeki kötü adam profili son yıllardaki en iyi "kötü adam" performanslarından. Cannes'da en iyi erkek oyuncu ödülünü de alan Waltz'un film içerisinde kullandığı Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerine hakimiyeti tek kişilik bir şova dönüşüyor. Özellikle akıllara kazınacak bir İtalyanca konuşması var ki, lütfen el hareketlerine dikkat edin izlerken. Albay Hans Landa'nın, nam-ı diğer "Jew Hunter", elinden kurtulan Shosanna, Paris’te Marcel adlı siyahi sevgilisi ile sanat filmleri gösteren bir sinema işletmektedir. Kendisine abayı yakan bir Alman Askeri'nin belirmesi ile Landa ile Shosanna'nın yolları tekrar kesişecektir. Asker Fredrick Zoller (Daniel Brühl), ülke tarafından kahraman olarak görülen bir askerdir ve bu kahramanlığı da kendisinin başrolünde yer aldığı Nation's Pride adlı film ile taçlandırılmıştır. Filmin prömiyerinin Shosanna'nın sinemasında yapılmasına karar verilmesi ve gösterimin güvenliğinden sorumlu Landa'nın belirmesi, Shosanna'nın içerisindeki intikam ateşini fitillemiştir. Diğer taraftan Teğmen Aldo "Apachi" Raine'in (Brad Pitt) önderliğinde kurulan Basterds ekibinin her üyesi, teğmenlerinin istediği gibi adam başı 100 Nazi kafa derisi yüzmek için yola çıkmışlardır. Alman bir aktris olan Bridget von Hammersmark'ın (Diane Kruger) casus olarak yardımı ile Basterds grubunun yolu da bu film gösterimine düşecektir.

Jew Hunter, Apachi, The Bear Jew ve diğerleri…
Filmdeki performanslara baktığımda, Waltz ve diğerleri ayrımını yapmak benim için çok kolay. Hatta Brad Pitt ile karşılıklı oynadıkları sahnelerde, Pitt'i baya baya ezdiğini söyleyebilirim. Brad Pitt, film içerisinde kullandığı aksanı, Tarantino ustanın boynuna kondurduğu koskoca bir kesik izi ve çıkık bir çene ile takındığı hafif çemçük duruşu biraz abartıya kaçırsa da başarı ile sergiliyor. Diane Kruger ise canlandırmış olduğu casus rolünde, Waltz gibi dile hakimiyeti ile ön plana çıkıyor. Almanya'da doğup, Fransa'da yaşamakta olan aktris bu iki ülkenin dillerini de beceri ile kullanıyor. Bir de İngilizce konuşurken, Amerikalıların dil öğrenmeme özürlülüğüne dem vuruşu var ki, rolünde zirveye çıktığı noktadır benim için. Shosanna rolünü canlandıran Mélanie Laurent'in performansı ise film içerisinde sürekli bir yükselişe sahip. Bu yükseliş, Kill Bill filmindeki başka bir Tarantino karakteri olan O-Ren Ishii'nin gelişimi ile ortak yönler taşısa da (ailelerinin katlediliş tarzları ve buna tanık olmaları) daha çok Uma Thurman'ın canlandırdığı Gelin karakterine benzemektedir. Her iki karakter de film içerisinde duygusal değişimlerini rahatlıkla sergilemektedirler. Bu filmde görülen değişim de, ailesinin öldürülmesine tanık olan küçük bir kızın, yaşamak için arkasına bakmadan koşan bir kızdan, official olmasa da nasıl bir "basterds" kızına dönüştüğü ile ilgilidir. Ayrıca filmdeki 5 ayrı bölümden birisi olan Operation Kino bölümünde basterds ekibine dahil olan Teğmen Archie Hicox'u oynayan Michael Fassbender, Waltz'u takiben en iyi ikinci performansı sergiliyor. Bu ana rollerin dışında, Basterds ekibinde yer alan diğer etkileyici rollerin sahipleri, tüm film boyunca neredeyse bir cümle kurmadan seyircinin beğenisini kazanan gerçek bir Tarantino zihni ürünü olan Çavuş Hugo Stiglitz rolündeki Til Schweiger ve Death Proof'tan da tanıdığımız Omar Ulmer karakterine giren Omar Doom. Ayrıca filmde Martin Wuttke'nin sergilemiş olduğu bir Adolf Hitler performansı var ki, okuduklarımın ve bildiklerimin aksine Hitler mizahi sınırları zorluyor. İşte performaslarda bu kadar… Tabi ki bu kadar değil. Eli Roth üzerine konuşmadan bu yazı tamamlanabilir mi? Oynamış olduğu Donny "The Bear Jew" Donowitz rolüyle Hostel filmlerini yönetmekten sıkılmış olacak ki, Tarantino'nun eline verdiği beyzbol sopası ile dehşeti bu sefer kendisi yaratıyor.


Bir detay var ki filmin içinde film
den öte...
Film içerisindeki detaylara baktığımda, ilk gözüme çarpan unsur filmin başlangıcında kullanılan isim fontlarının tıpatıp Sergio Leone'nin Western'leri gibi olması. Ama Tarantino'nun içindeki Western tutkusu yalnızca görsel öğelerde değil, aynı zamanda film içerisindeki müziklerde de kendisini hissettiriyor. Film ilerledikçe ve anlatıcının devreye girmesi ile içimiz rahatlıyor. Çünkü filmde aktör olarak yer almasa da sesi ile Samuel "Motherfucker" L. Jackson bizi yalnız bırakmıyor. Yalnızca o da değil, bir başka tanıdık ses de final sahnesine doğru telsizin diğer tarafından geliyor, bu ses de Harvey "Mr. White" Keitel'a ait. İlginç bir detay olarak, "Kill Bill" den çıkıp gelen ve hatta üstündeki rolü de değiştirmeyen güzeller güzeli Julie Dreyfus, toplasan bir dakika bile görünmese de, ana kahramanlardan olan Shosanna’nın taşıdığı aile soyadının kaynağını oluşturuyor. Giriş cümlesinde de belirttiğim gibi ana tarafından Kızılderili, baba tarafından da İtalyan olan Tarantino bir taraftan kahramanlarına kafa derileri yüzdürürken anasına, diğer taraftan da Spaghetti Western göndermeleri ile de baba tarafına selamları çakıyor. Bu selamlardan en güzeli de La Louisiane sahnesinde karşımıza çıkıyor. Deseler ki: "Reservoir Dogs filminin uzun depo sahnesi ile Sergio Leone’nin Il buono, il brutto, il cattivo'sunun mezarlıktaki üçlü düello sahnesini birleştirsen ortaya ne çıkar?" Tabi ki cevap, Inglourious Basterds'daki bar bodrumu sahnesi olacaktır. Ayrıca bu sahne Tarantino sinemasının başka bir tarafını da göz önüne seriyor. Bu da içki masası olsun (bu filmdeki ya da Death Proof'taki tüm içki masası muhabbetleri) ya da yemek masası olsun (özellikle Resorvoir Dogs'daki restoran ve Kill Bill'deki Bill'in sandviç hazırlama sahneleri) Tarantino'nun kahramanlarını diyaloglar ve monologlar ile coşturması. Bu filmde de yer alan açılış sahnesinde Waltz'a ait bir sıçan monologu var ki, saçma sapan konuşan bir adamı kafasıyla onaylarken buluyor insan kendini. Tarantino'nun bu monologları nasıl yazdığını bilmiyorum ama için için Plato'nun Devlet kitabından esinlendiğini düşünmekteyim. Bu kitapta Tarantino gibi Sokrates de karşısına elemanları topluyor ve bir süre sonra kendilerini civciv gibi yemlenirken bulmalarına neden oluyor. Ancak kitabın kapağını kapattığında ve zihnini kurtarabildiğinde: "Faşist lan bu adam resmen" diyebiliyorsun. Eminim ki bu monologlardan en güzeli olan Kill Bill'deki Bill'e ait olan Superman monologunu hatırlamışsınızdır. Korkmayın o monologla kıyas görmez bu. Film için söylenebilecek bir diğer önemli detay da filmin kendisinin geçmiş diğer filmler ile olan bağlantısı. Şöyle ki filmin adı bile, İngilizce'ye The Inglorious Bastards olarak çevrildikten sonra Amerika'da vizyona giren İtalyan asıllı yönetmen Enzo Castellari'nin 1978 yapımı 2. Dünya Savaşı filmi "Quel maledetto treno blindato" dan geliyor. İsim bağlantısının dışında Basterds ekibinin seçim sahnesi ve çıktıkları yol itibari ile Tarantino'nun da ifade ettiği gibi Dirty Dozen filmi birinci referans olarak yerini alıyor. Bir başka güzel detay da film içindeki filmde saklı. Nation's Pride adlı Nazi propagandası yapan filmin yönetmeni Eli Roth imiş. Ayrıca bu film resmi anlamda Tarantino'nun ayak fetişi olduğunun ilanıdır benim için. Daha önceden de karşılaştığımız Kill Bill'de Gelin ablamızın domuzcukları oynatma sahnesi ve Death Proof'taki Stuntman Mike'ın ayak yalama girişiminde olduğu gibi ayaklar bu sefer karşımıza bir sindrella öyküsünün içerisinde çıkıyor.


Filme eleştirel bir gözle baktığımızda en pozitif eleştiriyi gişe başarısının garantisi için kadroya dahil edilen Brad Pitt'in dışındaki oyuncu seçimleri hak ediyor. Ah bi de Brad'in yerine Michael Madsen abimiz oynasaydı o rölü, ne olurdu? Her ne kadar resmi tarihin gözünden Tarantino'yu eleştirmemek lazım desem de, bazı bazı insan rahatsız oluyor, hele finalde noluyo ya diyorsunuz. Allahtan arada bir Apachi Aldo karşımıza boynundaki kesik izi ile çıkıyor da kendimizi: "Tarantino filmindeyiz kendine gel" diye uyandırıyoruz. Yapılabilecek diğer bir eleştiri de Tarantino'nun filmdeki politik duruşu üzerine. Tamami ile Nazileri öldürmek için yola çıkmış olan çoğu Amerikalı Yahudilerden oluşan Basterds grubunun tarihsel gerçekleri sınırlarını zorlaması ile film Nazi propagandası yapan "hardcore" Nation's Pride filminin softporn Amerikan versiyonu olarak karşımıza çıkıyor denebilir. Ayrıca ilginç bir ayrıntı olarak Tarantino Amerikalıların zamanla Kızılderililerin kafa yüzme tekniğini ve günümüz teröristlerinin intihar saldırı girişimlerini filminde nasıl özümsediklerini gözler önüne seriyor.


Sonuç olarak film 153 dakikalık uzun süresi ile gayet başarılı ve akıcı bir öyküye sahip. Ki bu akıcılık "Pulp Fiction" daki gibi farklı olay örgülerinin buluşması ile de zirve yapıyor. Ama dersen ki bu film en iyisi mi? Ben de sana git "Pulp Fiction" izle derim. Tarantino diğer filmlerini bu filmi çekmek için bir hazırlık olarak görebilir ama benim için hala tüm Tarantino filmlerini izlemek "Pulp Fiction" ı izlemek için yapılacak bir hazırlıktır. Annesi gibi Kızılderili olan Apachi Aldo'yla kendisini özdeşleştirip: "That’s my masterpiece" diye röportajlarında filmini vurgulayan Tarantino'nun Nazi işgali altındaki Fransa'da çektiği bu Spaghetti Western kesinlikle yönetmenin psikopat bir sinefil olduğunu bariz bir şekilde seyirciye hissettiriyor. Bu sebeple sana tavsiyem git ve izle.

4 yorum:

  1. keşke tarantino beklediğimi ziyadesiyle sunmuş olsaydı ...

    YanıtlaSil
  2. sen kalk pulp fiction diye bi film yap sonra da geç geçebilirsen onu.. di mi ama:)

    YanıtlaSil
  3. Şimdi farkediyorum da, ersin paragraf denen birşey var lan : )

    YanıtlaSil
  4. len editör rezil olduk okuyucuya hemi :)

    YanıtlaSil