26 Ocak 2010 Salı

Kanal-i-zasyon


Tanıtım görselleri ve fragmanları gördükten sonra pek izlenebilecek bir şey olmadığını düşünmüştüm, izledim ve gördüm ki çok fazla yanılmamışım. Ön yargı her zaman kötü bir şey değildir. : ) Her neyse izleme sebebime gelince elde başka alternatif olmayışı ve evde kalabalık olmamızdan kaynaklı eğlenceli bir şeyler izleme isteğiydi, ancak çok fazla eğlendiğimizi söyleyemeyeceğim… Okan Bayülgen’in Makine programındaki skeçlerine kıyasla çok bayat ve sıradan espriler ile sıkılmak isterseniz buyurun iki saatinizi buna harcayın…


Sürekli kalbur üstü ve beğendiğimiz filmleri yazıyor olduğumuzdan tavsiye edici olmaktan çıkıp uyarıcı nitelikte yazılar olmasını da istediğimden bu filmden bahsedip iki lafın belini kırmak istedim sevgili okur.

Filmin konusuna gelince; bir temizlik şirketin de temizlikçi olarak çalışan imdat’ın en büyük eğlencesi televizyon seyretmektir. (Okan Bayülgen) Kanal i adlı özel televizyon binasının camlarını silerken kanalın müdürü berk (Hakan Yılmaz) tarafından reyting sezgisi keşfedilir ve imdat kısa zaman içerisinde berk in koltuğuna oturur ve olaylar gelişir.


Musallat filminin yönetmeni (Alper Mestçi) korku filmi kulvarında umduğunu bulamamış olacak ki bu kez bir komedi filmi için kolları sıvamış. Filmin en önemli artısı bana kalırsa televizyonun bir aptal kutusu olduğunu entelektüel bir bakış açısı ile zaten negatif bir şey olduğunu düşünenlere anlatıp yalın ve bol mesaj kaygılı bir sanat filmi çekmektense gayet basit ve sıradan bir anlatım ile içine komedi unsurları da katarak aslında hicvedilen topluluğa anlatması olmuş. Bu tabii ki benim filmden çıkardığım anlam ama yönetmenin farklı bir düşüncesi mi var mıdır bilinmez…

Sonuç olarak güzel bir düşünce ile yola çıkılmış ancak vasatın epey altında kalan bir yapım olmuş. Eleştirdiği televizyon olgusu dahilin de özel bir televizyon kanalın da bile gösterilemeyecek kadar kalite yoksunu bir film. Şahsen Okan Bayülgen’i halen Ağır Roman’daki oyunculuğu ile hatırlayıp aşırı derecede karikatürize edilmiş ve abartılı şive ile içine ettiği imdat karakterini de tamamen unutmak istiyorum…

3 Ocak 2010 Pazar

Invictus (2009)




Irkçılığa karşıyım, Oscar'a hayır demem ...

Son kez kamera karşısına geçtiği Gran Torino ile destansı oyunculuk hayatına son veren Clint Eastwood, yönetmenliğini yaptığı filmlerle de sinema izleyicisinin ve özellikle Hollywood'un büyük beğenisini kazanmış durumda. 4 adaylıktan sonra Million Dollars Baby ile kazandığı Oscar ile yönetmenliğini taçlandıran Eastwood'un ödül rafına bir yenisi ekleneceğe benzer çünkü Invictus bütün görkemiyle adeta Oscar'a koşuyor. Tabii akademinin gözde filmlerinden olması da filmin lehine bir durum.

John Carlin'in "Playing the Enemy: Nelson Mandela and the Game That Made a Nation" isimli kitabından beyaz perdeye uyarlanan film, tüm zamanların en çok saygı duyulan siyaset adamı ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nin seçimle iktidara gelen ilk devlet başkanı nam-ı diğer; özgürlük savaşçısı Nelson Mandela'nın verdiği ırkçılık karşıtı özgürlük mücadelesinden bir özet sunarak, Güney Afrika rugby takımının etrafında gelişen olaylar vasıtasıyla Mandela'nın siyasi stratejisinin bir kısmını görmemizi sağlıyor.

Filmde Mandela rolünde -her zaman belirttiğim şekliyle- Hollywood'un Münir Özkul'u Morgan Freeman oynuyor. Freeman hepimizin malumu müthiş bir oyunculuk kariyerine sahip ve bu filmde de karakteriyle özdeşleşmesi sayesinde kendisinin Mandela olduğuna dair hiçbir şüphe bırakmıyor. Ayrıca ulusal rugby takımının kaptanı Francois Pienaar rolünde Matt Damon'u görüyoruz. Damon da Mandela'nın yüksek siyasi ve fikirsel kişiliğinden oldukça etkilenen genç bir sporcu rolünün hakkını gerçekten çok iyi vermiş. Belki de kariyerinin en iyi performanslarından birini sergilemiş.



Oldukça sade anlatımı, hoş diyaloglarıyla Invictus, izleyiciyi bir dakika dahi sıkmadan öyküsünü anlatan güzel bir seyirlik olmuş. Kanımca filmin yegane dezavantajı rugby meselesi.. En azından rugbyden zerrece anlamayan şahsım için geçerli bir dezavantaj bu. Fakat bu duruma rağmen, hatta gidişatın sonucunu bilmemize rağmen, özellikle maç esnasındaki gerilimi oldukça net yansıtması filmin izleyici üzerindeki etkisini arttırıyor. Hatta ben bile kimi yerlerde "aleleyeo yalalayeo" çığlıklarıyla evde adeta bir Afrika havası estirdim izlerken.

Film gerçek olayları birebir aktarmasıyla bir dönem filmi özelliği kazanırken; "yeni başlayanlar için anti-faşizm" nitelği de taşımakta. Yani bu kısa özetle izleyiciye ne Güney Afrika'nın tarihi sürecinden ne de Mandela'nın kişisel faaliyetlerinden tam olarak bahsedemese de verdiği "sporun ortak değer oluşturması" örneğiyle, Mandela'nın; toplumların ortak değer yargıları oluşturarak bir arada yaşayabileceği görüşünü net bir şekilde izleyiciye sunuyor. Bu da saf tutarken tam olarak nerden baktığımıza dikkat etmemizi salık verir nitelikte bir hareket. Filmin başında terörist olarak görülen Mandela'nın geldiği nokta terörün ve terörizm kavramlarının kaynağının kim veya ne olduğu konusunda da düşünmeye sevk etmesi açısından da filmin hanesine bir artı olarak yazıldı benim nezdimde...

Gerek oyuncu kadrosuyla gerek yönetmeniyle ve gerekse olay örgüsünün işleniş biçimiyle adeta Oscar'a oynayan filmin ülkemizde ne zaman gösterime gireceği de henüz belli değil.
7.5/10