28 Eylül 2009 Pazartesi

Låt Den Rätte Komma In (Let The Right One In) (2008)

100 yılı aşkın bir sürede edebiyat dünyasından sinema dünyasına geçmiş bir klişeyi nasıl yeniden yorumlarsınız?

İşte bu sorunun cevabını almanızı sağlayacak film ... 2008 Aralık'ında dünyanın muhtelif yerlerinde gösterime giren İsveç yapımı bu film, özellikle Holywood'un ekmeğine yağ süren büyük bir "korku" klişesini yıkıyor. Holywood bunun üzerine nasıl geçeck acaba? şeklinde düşüncelerin lüzumu yok zannımca. Keza kendileri ya filmi alır daha güzel efektlerle yeniden gösterime sokar ya da benzer bir konuyu farklı bir isimle piyasaya sürer(remake diyalla). Bu film hakkında sanırım kendileri pek birşey yapamayacaklar, özel efektlerden gerçekçiliğe ve hatta oyunculuğa tam anlamıyla bir şaheserle karşı karşıya kalmış durumdalar çünkü.

Oskar'ın hayatı hergün okul arkadaşlarından işkence görmek ve odasında yalnızlığıyla cebelleşmek gibi rutin meselelerle geçmektedir. Bu sırada yan dairesine yeni taşınmış olan kendisinden birkaç yaş büyük (12 yaşındaki) Eli'yle tanışır. Ve aralarında duygusal bir yakınlaşma başlar.

Tam buraya kadar klasik bir dram /romantik filmin işleyişini özetleyebilmiş oluruz. Ancak film türdeşlerinden burada kopuyor. Çünkü küçük Eli bir vampirdir. Hem de Bram Stoker'ı depresyona sürükleyecek cinsten bir vampir...

Film, İsveç sinemasının soğuk, gerçekçi ve katı havasına eklediği korku öğelerini aynı gerçekçilikle yansıtıp tırım tırım tırsıtırken aynı zamanda insanın dudağına sıcak kanlı bir öpücük konduruveriyor dersem radikal gazetesi haftasonu eki yazarları gibi kolpa bir izlenim bırakmış olurum sanırım. Ama konu hakkında daha güzel bir ifade cümlesi gelmiyor aklıma.

Özellikle başroldeki çocuk oyuncuların (Kåre Hedebrant ve Lina Leandersson) mükemmel oyunuyla bağlılık, aşk gibi konuları anlatırken toplumsal cinsiyet gibi bir konuya da inceden değinen film; vampir klişelerini de oldukça güzel işleyerek Stoker'ın kemiklerini sızlatıyor alenen.

John Ajvide Lindqvist in aynı adlı romanından uyarlanan film şimdiye kadar izlediğim en farklı, en sürükleyici, en ağız burun uyuşturan filmler arasına girdi bile.. Hatta bazı kısımlarda Ondskan' ı hatırlattı. En az üç kere daha izlerim ben.. Siz bir kez de olsa bir göz atın bakalım..

9.5/10

http://www.imdb.com/title/tt1139797/
http://www.lettherightoneinmovie.com/

24 Eylül 2009 Perşembe

Baran (2001)


"Benimle bir parça ekmeğimi paylaşır mısın?"

Rang-e khoda (Allah'ın Rengi), Bacheha-Ye aseman (Cennetin Çocukları) ve Pedar (Baba) gibi İran'ın seçkin filmlerine imza atan usta yönetmen, senarist (belki bir mutasavvıf) Majid Majidi'nin 2001 yapımı filmi.

Film, dini baskı ve yoksulluk nedeniyle İran'da bulunan Afganların yaşam zorluklarını anlatıyor.

İranlı genç bir inşaat işçisi olan Lateef (Hossein Abedini - bkz. Pedar) kolay olan işini elinden alan Afgan çocuğa zulmetmeye başlar. Kendisini tanıdığında ise işler tamamiyle değişecektir.

Film, izleyiciye verdiği şu bilgiyle başlıyor;

1979'da Sovyetler Birliği Afganistan'ı işgal etti. Sovyetler 10 yıl sonra geri çekildiğinde ülkenin eski halinden eser kalmamıştı. Bu yıkımla birlikte sonrasında başlayan iç savaş, Taliban rejiminin zalim saltanatı ve 3 yıllık kuraklık, milyonlarca Afganın ülkelerinden kaçmasına yol açtı. Birleşmiş Milletler'in tahminine göre İran, şu anda 1,5 milyon Afgan mülteciye ev sahipliği yapıyor. Yeni nesilin büyük bir kısmı İran'da doğdu ve ülkelerini hiç görmediler.

http://www.imdb.com/title/tt0233841/

16 Eylül 2009 Çarşamba

Biraz da İğrenelim (Part - 1)

Her zaman film yazacak değiliz ya, birazda sinemadan konuşalım istedim sevgili okur. Yani tam olarak sinemadan da değil; yabancı filmlerin ülkemiz piyasasına ve sinemalarına girdiğinde oluşabilme olasılığı yüksek iğreti durumlardan bahsetmek istiyorum.

Bu iğreti vaziyetlerden ilki “dilimize çevrilen film isimleri”dir. Genel olarak internet üzerinde; özel olarak da sözlüklerde bu konuyla ilgili dökümanlara rastlamanız mümkün. Ben bir de kendi gözümden bu olayı neşredeyim istedim.
Konuyla ilgili alacağımız temel örnek “Eternal Sunshine Of The Spotless Mind” olacak sanırım. Bildiğiniz üzere Jim Carrey ve Kate Winslet’in başrollerini paylaştığı bu güzide film. Nice Melis’in gönül kapılarını aralamasına sebebiyet vermiştir. Sadece duygusal Melisler değil; benim gibi ruhsuz alet çantası aparatları dahi etkilenmişlerdir bu filmden. E tabi nefis konu, muhteşem işleyişe uygun bir de güzel isim bulmuşlar. Ancak film ülkemizde hepimizin bildiği üzre “Sil Baştan” olarak gösterime girdi. Ve bize de bu güzelim filmi bir Pazar akşamı Kanal D’de çekirdek çitleyerek izlemek kaldı.

Bu gibi birkaç filmi sıralamak ve sizlere hatırlatmak istiyorum izninizle :

The Bucket List (2007) : Başrollerini Jack Nicholson ve Holywood'un Münir Özkul'u Morgan Freeman'ın oynadığı bu muhteşem film; hayatlarının son dönemlerini yapmak istedikleri herşeyi yaparak geçirme arzusuna sahip iki ihtiyar delikanlının hikayesini anlatmakta. Filmin dilimize çevirisi "Şimdi Ya da Asla".





Oldboy: İhtiyar delikanlılardan bahsetmişken; Chan-wook Park'ın yönettiği 2003 tarihli bu eşsiz intikam hikayesi de dilimize İhtiyar Delikanlı olarak çevrilmiş.






Stepmom : Başrollerinde Julia Roberts, Susan Sarandon ve Ed Harris' in oynadığı duygusal film. Sırf şu yanda görmüş olduğunuz afişteki kadınların pozisyonu ve afişe bakan adamın aynı anda radyoda çalan Songül Karlı türküsü "Omuz Omuza Gardaş"'ı dinlemesi sebebiyle filmin Türkçe'ye çevirisi Omuz Omuza olarak yapılmıştır.

Leon : Zamanında hepimizin baştacı ettiğimiz 1994 tarihli efsane film. Yönetmen Luc Besson. Bu filmde yukarıda verdiğim örneklere nazaran daha farklı bir durumla karşı karşıyayız. Yukarıda gördüğümüz bazı çevirilerde İngilizce'de mevcut bazı terim veya deyimlerin Türkçe içerisinde bulunmaması sonucunda ortaya çıkan alakasızlıkların mevcudiyeti dikkatinizi çekmiştir. Bu noktada çeviriyi yapanlara sinirlenme kat sayımız söz konusu Leon olduğunda oldukça artıyor. Çünkü çeviren abimiz ya da ablamız; filmin orjinal isminin (Leon) yetersiz olduğuna kanaat getirmiş olacak ki filmin çevirisini bize aynı zamanda filmin temasını özetleyebilecek şekilde yapmış; Leon : Sevginin Gücü...


Good Bye Lenin! : Muhteşem bir film. 2003 yapımı "Alman" filmi. Yönetmen Wolfgang Becker. Demokratik Alman Cumhuriyeti'nin yıkılmasına yakın komaya giren anne ve uyandığında karşılaştığı kapitalist ülkesini görüp komple diyar değiştirmemesi için çabalayan oğlunun dramatik hikayesi. Şimdi bu film enfes bir kapitalizm eleştirisi ve bir Alman filmi arkadaşım. Hadi bunları anlamadın isminin sonunda ki ünlemi (!) de mi görmedin yahu! Tamamen ironik olan bu ismin Türkçeye çevirisi Elveda Lenin. Çeviriyi bu sefer tutturdun da gene gol değil sayın abim...

There's Something About Mary : Buna hiç girmiyorum. Konuya gerek yok. Kolpa Amerikan komedisi. Velakin arkadaş öyle bir çevirmişsin ki ben o çeviriyi okuyana kadar ingilizce gramerimi geliştirirdim. Dili dönmüyor ki insanın. Ah Mary Vah Mary. Ben bizzat yaşadım bu olayı : ah veri vah veri'ye bir bilet lütfen..

Bir de tabi imam ve cemaat ilişkisinin daha açık şekilde karşımıza çıktığı bir durum da korsan cd çevirileridir. Adamlar haklı tabi. Hatta yeryer orjinalinden daha iyi çalışmalar çıkabiliyor.

Bizzat gördüklerim :


House of Wax : Sırf afişin verdiği gazla Eriyen Kadın...








Edukators Yine bir afiş çalışması; Kanlı Duvar.

Bu örnekler böyle sürüp gider. Şarkı ya da film isimlerinin çevrilmemesi sanıyorum hepimizin tercihidir. Ya da film isimleri çevrilirken yapımcı firmanın belirlediği çeviriler kullanılmalıdır ki yapımın anlam bütünlüğü bozulmasın. Bu da yazıdan çıkarılabilecek ana fikirdi. Ya da değildi. Bilmiyorum...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Machuca (2004)


Dünün Çocuklarına...

1973 yılın da politik buhranlar geçiren Şili’de başlıyor hikayemiz. Ülkemiz de 1980 kuşağından olanlar için mutlaka film de birçok ortak nokta göreceğinden eminim ve dolayısıyla çok ta yabancısı olmadığımız bir temayı işliyor. ‘Pinochet’ nin 11 Eylül 1973 yılında askeri darbe ile yönetime el koyduğu dönemde uygulanan faşizm’in halk üzerindeki etkilerini acımasız ve yalın olarak yansıttığını söyleyebiliriz. Filmin henüz başların da yol kenarındaki bir duvar da ‘savaşa hayır’ yazısının filmin son bölümlerin de olmadığının ve üzerinin boyandığının gösterilmesi oldukça çarpıcı bir detay olarak aklımıza kazınıyor.Film ile ilgili tek hatırladığın bu mu diyenleriniz olabilir, detaylar aşağıda...


Santiago’nun elit ailelerinden birinin oğlu olan Gonzalo Infante (Matias Quer) ile gecekondu mahallesin de yaşam mücadelesi veren ve okul da dışlanan çocuklardan biri olan Pedro Machuca (Ariel Mateluna) ile tanışması sonucu şekillenen film, çocukların farklı bakış açılarından ülkedeki kaosu anlatıyor. Ayrıca bu iki çocuğun farklı sosyal tabakalara ait olması ancak buna rağmen birbirlerinin hayatlarına eğreti bir şekil de dahil olması ise filmin alt metinine iyi bir şekilde yedirilmiş. Bana kalırsa filmin en başarılı yanı izlerken ister istemez çocukların yaşamış olduğu olaylar karşısında sizi empatik düşünmeye sevk etmesi.

Oyunculuk konusunda iki tane ufaklığın böylesi dramatik bir yapım da gösterdiği performans gerçekten etkileyici ancak aynı şeyi yardımcı oyuncular için söylemek mümkün değil. Oldukça sade ve gerçekçi bir anlatıma sahip olan film içerik itibariyle de bir çok siyasi gönderme ve mesaj kaygısı taşıdığını söyleyebiliriz.


2004 yılında imdb.com sitesin de aldığı oylar ile yılın en iyi 5 filminden biri seçilmiş olduğuna da ayrıca belirtelim.. Filme ait afiş ve görselleri incelediğim de ise şu dikkatimi çekti Pedro’nun elinde tuttuğu bayrak üzerindeki simgelerin silinmiş olması ne amaçla yapıldığını konusunda birkaç fikrim olmasına rağmen tam olarak nedeni araştırmama rağmen bulamadım…

Bu bilgiler haricin de filmle ilgili önemli detayları daha fazla buradan aktarmak istemediğimden sadece filmi izlemeden önce hafızanızın tazelenmesi adına şunları eklemek istiyorum ; 11 Eylül 1973 tarihin de askeri darbe ile yönetime el koyan ‘Pinochet’ yaklaşık 17 yıl kadar ülkeyi bu şekil de yönetmiştir, bu dönem içerisinde cunta muhalifleri için yapılan toplama kamplarında binlerce insanın işkence gördüğü ve öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Bugün 11 Eylül yarın ise 12, insanlık tarihi için utanç verici günlerin yıldönümü, bu konularda apotilik yani var olmayan bir duruşunuz var ise bence bu filme bir şans verin ve tekrar düşünün…

8 Eylül 2009 Salı

Il y a Longtemps Que Je T'aime (2008)

Eylül ayının başındayız, yazın son demleri, sonbaharın kendini gösterdiği, gökyüzünün griye çaldığı karanlık saatler… Havada yağmur var, sonbaharın getirmiş olduğu ürperti ile birlikte anlamsız bir hüzün kaplıyor her yanımı… Herşey tamam gibi gözükse de, bir şeylerin eksik olduğu kanısına varıyorum aniden… Sonbaharın vazgeçilmezi; “ bol jötemli film”… evet evet eksik olan bu…

Türkiyede 03.07.2009 tarihinde gösterime girmiş, ancak Hollywood filmi olmadığından dolayı pek bir gişe başarısı gösterememiş olan Il Y Longtemps Que Je T'aime (Seni o kadar çok sevdim ki) Fransız akademisyen/yazar Philippe Claudel’in ilk yönetmenlik denemesi..

6 yaşındaki oğlunun katili olarak, hapishanede geçen 15 yılın ardından tahliye olan Juliette Fontaine (Kristin Scott Thomas) , kardeşi Léa'nın (Elsa Zylberstein) ailesi ile birlikte kalma teklifi üzerine Nancy’e, kardeşinin yanına yerleşir. İşlenen cinayetin doğası nedeniyle, Juliette’in varlığı ailesi tarafından gizlenmeye çalışılırken, Lea’nın da kardeşini ziyaret etmesi yasaklanmıştır. Yıllar sonra iki kardeşin tekrar bir araya gelmelerinin ardından Lea’nın ; kardeşi ve yaşanan cinayet hakkında içten içe merakı her geçen gün daha da artmaktadır. Buna karşın Juliette, ketum tutumunu her an sergilemektedir, ta ki kardeşi Lea yeğeninin ölümünü ardındaki sırları öğrenene kadar…

Lea’nın 117 dakika boyunca öğrendiği detaylarla, Juliette karşı tutumunuz sürekli değişkenlik gösteriyor. Juliette karakteri film boyunca kimi karelerde seviliyor olsa da, soğukkanlılıkla “Oğlumu öldürdüm.“ dediği sahnelerde ise sinirleri alt üst edebiliyor.

Eğer bu türden bir film yapıyorsanız, perdede sergileyebileceğiniz en iyi oyunculuğu sergilemek durumundasız. Bu sayede hikayenin inandırıcılığını artırıp, filmin temposunu da sürekli yüksek tutabilirsiniz. Yönetmen Philippe Claudel de Kristin Scott Thomas’ı başrole seçerek bunu gayet iyi gerçekleştirmiş.

Thomas’ın performansı sayesinde, film izleyicilerin hafızasında uzun süre yer alacağa benziyor. Yönetmen; “az sözle çok şeyi anlatabilmeniz gerekiyor” diyor, bir demecinde. İşte bu noktada Thomas sessiz ama doğal performansı, donuk bakışları ile tam da yönetmenin tabir ettiği bir oyunculuk sergiliyor. Juliette karakterinin yanısıra, Lea karakteri de oyunculuk bakımından çok etkili film içerisinde. Daha önce “Modigliani” filminde Jeanne karakteriyle dikkatleri çeken Elsa Zylberstein, güçlü karakteri perdeye çok iyi yansıtmayı biliyor.


Filmin derinlere işleyen noktalarına değinecek olursak, Kristin “seni anlıyorum” diyen patronuna, “ne anladın?” diyerek karşılık verdiği sahne, Lea’nın Juliette hakkında gerçekleri öğrendiği telefon görüşmesi esnasında, küçük kızın fısıltıyla okuduğu masalın hikayeyle örtüştüğü o muhteşem sahne izleyiciyi farklı boyutlara götürmeye yetiyor.

Tabi bu filmin de, artıları olduğu kadar eksileri mevcut. Yönetmenin, neredeyse film boyunca omuz planı ve yakın plan yüz çekimleri, kimi noktalarda "cuk " otursa da, çok sık kullanıldığından ötürü, istenen etkiyi bırakmıyor seyirci üzerinde. Tabi ki bu hata olarak değerlendirilebilecek yöntemi, yönetmenin ilk filmi olmasına bağlayabiliriz.

Bol kasvetli sonbahar günlerinde, sizler de birşeylerin eksik olduğu hissine kapılırsanız, yağmur sesleri eşliğinde bir ölçek Il y a Longtemps Que Je T'aime işinizi görecektir.

8 / 10

http://www.imdb.com/title/tt1068649/

5 Eylül 2009 Cumartesi

Bacheha-Ye aseman (Children Of Heaven) 1997



"Fıtrat diliyle yapılacak filmler bütün insanlığın gönüllerini fethede
decektir" diyor filmin yönetmeni Majid Majidi. Kendisinin de fıtrat; yani karakter ağırlıklı sinemasıyla gönülleri (en azından benimkini) fethettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.



Tahran doğumlu yönetmenin ve İran sinemasının en beğenilen filmlerinden biri olan Bacheha-Ye aseman, iki kardeşin ve bir çift ayakkabının hikayesi... Ali; kız kardeşi Zehra'nın ayakkabılarını tamirciden alıp eve götürürken kaybeder. İran'ın gecekondu bölgesinde yaşayan ailenin bırakın yeni ayakkabılar almayı; kiralarını dahi verecek durumları yoktur. Henüz ilkokul çağında olmasına rağmen iki kardeş durumun farkındadır ve hem ailelerine yük olmamak hem de babalarından gelecek cezadan korktukları için bu durumu aralarında sır olarak tutmaya karar verirler. Ali'nin spor ayakkabılarını dönüşümlü olarak kullanmaya başlayan küçük kardeşler artık okula yetişebilmek için ekstra çaba harcamak zorundadırlar.

Bu sade hikayeyle başlayan film yine bir o kadar duru şekilde devam ediyor. Ancak uyandırdığı hissiyat bakımından aynı sadelikte olduğunu söylemek zor. Keza küçük kardeşlerin çırpınışlarını izlerken büyük duygusal patlamalar yaşamamanız neredeyse imkansız.

Dedik ya fıtrat dili diye; filmi izlerken minimalist yaklaşımlara, davranış biçimlerindeki hassasiyete kendinizi o kadar kaptırıyorsunuz ki ortalama bir Holywood filminde karşılaşacağınız aksiyonun binde biri kadar bir hareketlilik esnasında nefesinizi tutuyorsunuz. Kendinizi karakterlerle özdeşleştirmek yerine onlara duyduğunuz yoğun sempati ve sevgi sizi bu hissiyata mecbur kılıyor. Film iki kardeşin, bir çift ayakkabının ve yoksulluğun da hikayesi aynı zamanda... Ama özellikle son zamanlarda Türk sinemasında da popülist örneklerine rastladığımız gibi duyguların arabesk biçimde sömürülmesi şeklinde değil; tamamen edebi bir akıcılıkla ve tamamen sanatsal estetik duyguları tatmin ederek işliyor konuyu. Kapı komşumuz olmasına rağmen çoğumuz için "kara bir perde" gibi görünen İran'ın gettolarındaki yaşama tanık olurken; aynı zamanda metropoldeki inanılmaz hayatın bu gettolardan nasıl milyonlarca kilometre uzaktaymış gibi durduğuna şahit oluyoruz.

Film çocuk oyuncularla bu tür filmlerin çekilebilmesinin yarattığı zorlukları ustalıkla aşmış vaziyette. Ali ve Zehra rollerindeki çocuk oyuncular; Amir Farrokh Hashemian ve Bahare Seddigi henüz yaşları çok küçük olmasına rağmen oldukça iyi bir oyunculuk sergilemişler.


En iyi yabancı film dalında oscar adayı olmuş film; izledikten sonra hafif acı bir gülümsemeyle başbaşa bırakıyor sizi. Kurduğumuz sistemin dünyanın heryerinde; hayatı elinden alınmış masum çocuklar bıraktığını yüzümüze o kadar duru şekilde vuruyor ki yarattığı hissiyat uzun süre gırtalğınızda kocaman bir yumruk olarak kalıyor.

Çok yakınında bulunan farklı bir dünyayı görmek isteyenlerin oldukça zevk alacağı bir film...

8 / 10


http://www.imdb.com/title/tt0118849/