27 Şubat 2010 Cumartesi

D for Director


Son on yıldaki “en iyi yönetmen” adaylarına baktığım zaman, şunu söyleyebilirim ki: “en iyi film” ve “en iyi yönetmen” ödülleri genelde aynı filme gidiyor. Yani sıra bakımından önce açıklanacak olan yönetmen ismi senenin en iyi filmine de kısmen işaret ediyor. Son on yılın duble yapan yedi filmine bakarsak daha iyi bir sonuca varabiliriz: 2000 – American Beauty (Sam Mendes), 2002 – A Beautiful Mind (Ron Howard), 2004 – The Lord of the Rings – Return of the King (Peter Jackson), 2005 – Million Dollar Baby (Clint Eastwood), 2007 – The Departed (Martin Scorsese), 2008 – No Country For Old Men (Joel Cohen and Ethan Coen), 2009 – Slumdog Millionaire (Danny Boyle). “En iyi yönetmen” ödülünü alıp “en iyi film” ödülünü kazanamayan filmler ise 2001 – Traffic, 2003 – The Pianist ve 2006 – Brokeback Mountain.


Bu sonuçlar izinde Akademi için şu profili çizebilirim; Akademi büyük yapımları sever ve ödüllendirir, ama aynı zamanda bağımsız filmlerin yönetmenlerini de aday göstererek düşük bütçeli filmlere de destek verir. İstisna olarak Brokeback Mountain filmi ortaya çıkıyor. Hem Independent Spirit hem de Oscar “en iyi yönetmen” ödülünü alan bu film son on yılın sürprizidir kanımca. Yönetmenlik ödülünün dışında sanmıyorum ki bağımsız bir film “en iyi film” ödülünü kazansın. İşte bu sebepledir ki 2010 yılı “en iyi yönetmen” adaylarından Precious filminin yönetmeni Lee Daniels ilk kurbanımız olacak ve almış olduğu adaylıkla yetinecek. Spirit ödüllerinde de adaylık alan Lee Daniels belki 5 Mart gecesi heyecanlanabilir ama 7 Mart zor. Yönetmenlikte henüz emeklemeye başlayan Daniels, Precious filminde iyi bir iş çıkarmış olmasına rağmen, bence listedeki en zayıf aday.


Aynı şekilde bağımsız film geçmişine sahip olan yönetmen Jason Reitman’ın filmi Up in the Air da bence zayıf halkalardan birisi. Her ne kadar filminde çok başarılı bir iş çıkarıp akılda kalıcı gökyüzü sahneleri ve izleyiciye duyguyu aktaran film kareleri kullanmış olsa da Reitman da “en iyi yönetmen” ödülü açıklandığında alkışlayanlardan birisi olucak gibi gözüküyor. Hatta daha da ileri gidersem “en iyi uyarlama senaryo” dalı dışında aday olduğu 5 ödülde de şansı çok düşük gözüküyor diyebilirim. Şansızlığı ise 2 adayı ile yer aldığı “en iyi yardımcı kadın oyuncu” dalında karşılarında Precious filminden Mo'Nique gibi bir ismin olması. Nasıl ki “en iyi yardımcı erkek oyuncu” ödülünde Waltz ezip geçecekse, Mo'Nique de öyle ezip geçecek hepsini. (şişman şakası değil, döverim he!)


Sıradaki şansı düşük adayımız bir Tarantino filmi; Inglourious Basterds. Her ne kadar senaryosu tartışmalı ve özellikle çoğu kişinin tepkisini çekmiş olsa da Tarantino’nun bu filmi yönetmenlik açısından çok başarılı bence. Detaylı bir değerlendirmesi de sitede yer alan bu film, Tarantino’nun klasikleşmiş sıradışı karakterleri, ortamları ve de absürd diyalogları ile seyirciyi kendisine bağlıyor. Fakat durduğu yer itibari ile akademi Tarantino’yu ödüllendirmeyecektir.
http://ikisuperfilmbirden.blogspot.com/2009/08/inglorious-basterds-2009-normal-0-21.html


Geriye kaldı iki film. Bunlardan şansı diğerine göre daha düşük olan film bir kadın yönetmenin elinden çıkmış; Kathryn Bigelow’un The Hurt Locker filmi. Şu ana kadar hiçbir bayan bu ödülü kazanamadı, işte bu sebeple akademi bunu bir fırsat olarak görebilir. Yalnızca bu da değil, filmde çok iyi bir iş çıkaran Bigelow, karşı cinsin gözünden Irak’taki çıkmazı başarılı bir şekilde anlatıyor. Şu ana kadar da verilen ödüllerin çoğunu süpüren Bigelow gecenin sürprizi olabilir.


Bence şansı en yüksek yönetmen James Cameron. Çünkü dediğim gibi akademi büyük yapımları sever ve ödüllendirir. Akademinin dışında Cameron’ın emeğini gözardı edemeyiz. Bu derece bir teknolojiyi kullanıp seyirciye aksettirebilmek gerçekten zor iş. Yalnızca yeşil perde önünde ya da teknolojik donanımla rol yapmakta olan oyuncularının motivasyonlarını ve konsantrasyonlarını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda mekan oluşturma ve kullanma sürecinde de başarıya ulaşmıştır. Fakat son on yılda verilen ödüller şöyle bir şey diyor: Son on yılın yönetmelerinden sekizi “en iyi yönetmen” ödülünü almadan önce “en iyi uyarlama senaryo” ödülünü, American Beauty filmi ise “en iyi orijinal senaryo” ödülünü almış. Sadece Million Dollar Baby filmi aday gösterilmesine rağmen “en iyi uyarlama senaryo” ödülünü alamamış. Bu da demektir ki yüzde yüzlük bir oranla senaryo ve yönetmenlik ödülleri birbirleri ile bağlantılı. Bu yüzden akademi adayları ilk açıkladığında senaryo adaylarına baktım ve Avatar’ı göremeyince içten içe sevindim açıkçası. Çünkü Avatar senaryo anlamında hiçbir şekilde yeni bir şey söylemiyor. Karakterler ve mekanlar değiştirilip yerlerine farklı parçalar koyulursa, geçmişte çekilmiş çoğu filme ulaşacağımızı düşünüyorum. Tabi ki bu, Avatar’ın yapmış olduğu “teknolojik açılım”ın değerini düşürmez, ama on yıl sonra bu teknoloji ve daha yaratıcı senaryolarla Avatar “kapıları açan film” olması dışında pek de hatırlanmayacak bence. Maalesef Cameron, Aliens ya da Terminator gibi aklı zorlayıcı senaryoları terkedip, Titanic ve Avatar gibi daha çok popülerliği ve prodüksiyonları ile hatırlanan filmlere imza attı. Titanic senaryo dalında adaylık almamışken, Avatarın da aday olmaması akademinin doğru kararıdır bence…

Sonuç olarak “en iyi yönetmen” ödülü günün ihtişamını süsleyecek gibi görünüyor. Avatar bu ihtişamın simgesi olurken, gönül ister ki The Hurt Locker da sürpriz yapabilsin.

26 Ocak 2010 Salı

Kanal-i-zasyon


Tanıtım görselleri ve fragmanları gördükten sonra pek izlenebilecek bir şey olmadığını düşünmüştüm, izledim ve gördüm ki çok fazla yanılmamışım. Ön yargı her zaman kötü bir şey değildir. : ) Her neyse izleme sebebime gelince elde başka alternatif olmayışı ve evde kalabalık olmamızdan kaynaklı eğlenceli bir şeyler izleme isteğiydi, ancak çok fazla eğlendiğimizi söyleyemeyeceğim… Okan Bayülgen’in Makine programındaki skeçlerine kıyasla çok bayat ve sıradan espriler ile sıkılmak isterseniz buyurun iki saatinizi buna harcayın…


Sürekli kalbur üstü ve beğendiğimiz filmleri yazıyor olduğumuzdan tavsiye edici olmaktan çıkıp uyarıcı nitelikte yazılar olmasını da istediğimden bu filmden bahsedip iki lafın belini kırmak istedim sevgili okur.

Filmin konusuna gelince; bir temizlik şirketin de temizlikçi olarak çalışan imdat’ın en büyük eğlencesi televizyon seyretmektir. (Okan Bayülgen) Kanal i adlı özel televizyon binasının camlarını silerken kanalın müdürü berk (Hakan Yılmaz) tarafından reyting sezgisi keşfedilir ve imdat kısa zaman içerisinde berk in koltuğuna oturur ve olaylar gelişir.


Musallat filminin yönetmeni (Alper Mestçi) korku filmi kulvarında umduğunu bulamamış olacak ki bu kez bir komedi filmi için kolları sıvamış. Filmin en önemli artısı bana kalırsa televizyonun bir aptal kutusu olduğunu entelektüel bir bakış açısı ile zaten negatif bir şey olduğunu düşünenlere anlatıp yalın ve bol mesaj kaygılı bir sanat filmi çekmektense gayet basit ve sıradan bir anlatım ile içine komedi unsurları da katarak aslında hicvedilen topluluğa anlatması olmuş. Bu tabii ki benim filmden çıkardığım anlam ama yönetmenin farklı bir düşüncesi mi var mıdır bilinmez…

Sonuç olarak güzel bir düşünce ile yola çıkılmış ancak vasatın epey altında kalan bir yapım olmuş. Eleştirdiği televizyon olgusu dahilin de özel bir televizyon kanalın da bile gösterilemeyecek kadar kalite yoksunu bir film. Şahsen Okan Bayülgen’i halen Ağır Roman’daki oyunculuğu ile hatırlayıp aşırı derecede karikatürize edilmiş ve abartılı şive ile içine ettiği imdat karakterini de tamamen unutmak istiyorum…

3 Ocak 2010 Pazar

Invictus (2009)




Irkçılığa karşıyım, Oscar'a hayır demem ...

Son kez kamera karşısına geçtiği Gran Torino ile destansı oyunculuk hayatına son veren Clint Eastwood, yönetmenliğini yaptığı filmlerle de sinema izleyicisinin ve özellikle Hollywood'un büyük beğenisini kazanmış durumda. 4 adaylıktan sonra Million Dollars Baby ile kazandığı Oscar ile yönetmenliğini taçlandıran Eastwood'un ödül rafına bir yenisi ekleneceğe benzer çünkü Invictus bütün görkemiyle adeta Oscar'a koşuyor. Tabii akademinin gözde filmlerinden olması da filmin lehine bir durum.

John Carlin'in "Playing the Enemy: Nelson Mandela and the Game That Made a Nation" isimli kitabından beyaz perdeye uyarlanan film, tüm zamanların en çok saygı duyulan siyaset adamı ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nin seçimle iktidara gelen ilk devlet başkanı nam-ı diğer; özgürlük savaşçısı Nelson Mandela'nın verdiği ırkçılık karşıtı özgürlük mücadelesinden bir özet sunarak, Güney Afrika rugby takımının etrafında gelişen olaylar vasıtasıyla Mandela'nın siyasi stratejisinin bir kısmını görmemizi sağlıyor.

Filmde Mandela rolünde -her zaman belirttiğim şekliyle- Hollywood'un Münir Özkul'u Morgan Freeman oynuyor. Freeman hepimizin malumu müthiş bir oyunculuk kariyerine sahip ve bu filmde de karakteriyle özdeşleşmesi sayesinde kendisinin Mandela olduğuna dair hiçbir şüphe bırakmıyor. Ayrıca ulusal rugby takımının kaptanı Francois Pienaar rolünde Matt Damon'u görüyoruz. Damon da Mandela'nın yüksek siyasi ve fikirsel kişiliğinden oldukça etkilenen genç bir sporcu rolünün hakkını gerçekten çok iyi vermiş. Belki de kariyerinin en iyi performanslarından birini sergilemiş.



Oldukça sade anlatımı, hoş diyaloglarıyla Invictus, izleyiciyi bir dakika dahi sıkmadan öyküsünü anlatan güzel bir seyirlik olmuş. Kanımca filmin yegane dezavantajı rugby meselesi.. En azından rugbyden zerrece anlamayan şahsım için geçerli bir dezavantaj bu. Fakat bu duruma rağmen, hatta gidişatın sonucunu bilmemize rağmen, özellikle maç esnasındaki gerilimi oldukça net yansıtması filmin izleyici üzerindeki etkisini arttırıyor. Hatta ben bile kimi yerlerde "aleleyeo yalalayeo" çığlıklarıyla evde adeta bir Afrika havası estirdim izlerken.

Film gerçek olayları birebir aktarmasıyla bir dönem filmi özelliği kazanırken; "yeni başlayanlar için anti-faşizm" nitelği de taşımakta. Yani bu kısa özetle izleyiciye ne Güney Afrika'nın tarihi sürecinden ne de Mandela'nın kişisel faaliyetlerinden tam olarak bahsedemese de verdiği "sporun ortak değer oluşturması" örneğiyle, Mandela'nın; toplumların ortak değer yargıları oluşturarak bir arada yaşayabileceği görüşünü net bir şekilde izleyiciye sunuyor. Bu da saf tutarken tam olarak nerden baktığımıza dikkat etmemizi salık verir nitelikte bir hareket. Filmin başında terörist olarak görülen Mandela'nın geldiği nokta terörün ve terörizm kavramlarının kaynağının kim veya ne olduğu konusunda da düşünmeye sevk etmesi açısından da filmin hanesine bir artı olarak yazıldı benim nezdimde...

Gerek oyuncu kadrosuyla gerek yönetmeniyle ve gerekse olay örgüsünün işleniş biçimiyle adeta Oscar'a oynayan filmin ülkemizde ne zaman gösterime gireceği de henüz belli değil.
7.5/10

26 Aralık 2009 Cumartesi

The Book of Eli (2010)


Kış sezonu ‘The Road’ ile beraber post apokaliptik yapımlar açısından epey verimli geçecek gibi gözüküyor. The Book of Eli de bunlardan biri. Trailer’ı izledik ve beklemedeyiz… From Hell'den tanıdığımız Hughes biraderlerin yönettiği film de Denzel Washington ve Gary Oldman gibi sağlam oyuncular da yer alıyor. Büyük bir savaş sonrası, insanlığı kurtarabilecek bilgilerin bulunduğu kutsal kitabı koruyan bir adamın başından geçenler anlatılıyor.


30 Kasım 2009 Pazartesi

Madeo (2009)

"Yine yapacağını yapmışsın Koreli"
Duztor Navida - İSFB Times

Memories of Murder filminin yaratıcısı Joon ho Bong'dan yine benzer tarzda bir cinayet filmi.

Film, zeka özürlü oğlunun cinayet zanlısı haline gelip hapse girmesiyle yıkılan bir anneyi ve oğlunun suçsuzluğunu kanıtlamak için debelenişini anlatıyor.


Senaryosu, kurgusu, imgelem özelliği ve müziklerinin kullanımıyla mükemmel sayılabilecek bir film. Bu nitelikler filme büyük ölçüde etkileyicilik katmış. Ayrıca anne rolündeki Hye ja Kim'in annelik içgüdüsünü çok iyi yansıtması, izleyiciyi etkileme konusunda ayrı bir öneme sahip. Kore kültürünün üllkemiz kültürüne benzerliğine de burada epey şahit oluyoruz.


imdb

Trailer

28 Kasım 2009 Cumartesi

Mommo - Kız Kardeşim


Bir ayrılık hikayesi...

"Dokuz yaşında bir çocuk; hem ağabey, hem baba, hem anne, hem de bir bilge olabilir mi? Ayşe için olur. Ve hatta hiçbir şeyden korkmayan bir ağabeydir o. Annesiz iki çocuğun içinizi ısıtacak, kimi zaman gözünüzü yaşartacak öyküsü."

Yukarıdaki yazı filmin resmi sitesinden alıntı; ancak filmi özetlemeye yeter mi ya da filmi özetlemek gerekir mi? Bilemiyorum...

Bilemiyorum çünkü oldukça duru ve sakin anlatılmış bir film Mommo. Evet, filmde iki kardeşin daha küçük yaşlarda karşılaştıkları yoksulluk, yoksunluk durumları karşısında birbirlerine sarılarak yaşama mücadeleleri anlatılıyor. Fakat filmin sadeliği; filmi izleyicinin duygusal ve düşünsel yorumlarına göre yeniden şekillenmeye yönlendiriyor. Kısacası filmi izlerken filmi yeniden kurgulamaya vakit bulabiliyorsunuz.

Daha önce reklam sektöründe metin yazarlığı ve reklam yönetmenliği yapmış olan Atalay Taşdiken'in ilk uzun metrajlı filmi Mommo... İlk kez yönetmenlik koltuğuna oturmuş olmasına rağmen büyük başarılara imza atmış olması açısından filmin kendisi için önemi büyük olmalı. Büyük başarılardan kasıt; tabii ki yurt içi ve yurt dışı sinema festivallerinde topladığı ödüllerdir. Yoksa filmin herhangi bir ülkede hasılat rekorları kırdığı söylenemez. Özellikle ülkemizde sinema sahipleri ticari kaygılardan ötürü filmi oynatma konusunda kararsızlar...


Konusu itibariyle film çocuk oyuncular üzerine odaklanıyor ki filmi iyi ya da kötü yönde doğrudan etkileyebilecek bu durum oyunculukların başarılı şekilde icrasıyla filmin lehine olmuş. Ayrıca çocuk oyuncular; Elif ve Mehmet Bülbül'ün, filmin geçtiği Konya yöresinin çocukları olmaları filme büyük oranda gerçekçilik katmış. Hatta Can Dündar Milliyet'te yazdğı yazısında Elif'in hikayesini şöyle anlatmış :

"Elif Bülbül Konya’nın Hüyük ilçesi, Çavuş köyünde yaşayan 8 yaşında bir kız çocuğu... Mevlana İlköğretim Okulu’nda birinci sınıf öğrencisi... Bir gün beden eğitimi dersindeyken filmciler kameralarıyla geliyor okula... Öğrencileri sıraya dizip teker teker görüntülerini çekiyorlar. Elif mahcup; boynunu bükmüş, bir kenarda duruyor sessizce... Ama okula çocuk oyuncu bulmaya gelen Atalay ağabeyin gözü onun üzerinde... 5 ay sonra çekimine başlayacağı yeni filmi için herkes kast ajanslarından bir çocuk oyuncu bulmasını tavsiye etmiş; o ise, bu ilk filminde kendi toprağından, onun dilini konuşan bir köylü çocuğu oynatmaya karar vermiş. Çevredeki bütün ilkokulları dolaştıktan sonra Mevlana’ya gelmiş. Öbür 50 çocuğun çekimi bittikten sonra Atalay ağabey Elif’i çağırıyor kameranın önüne... Öyle utanıyor ki Elif, başını kaldıramıyor yerden; adını söyleyemiyor doğru dürüst... Öğretmeni durumu fark ediyor; yönetmenin kulağına eğilip sınıfta da pasif bir öğrenci olan Elif’in bu işin üstesinden gelemeyeceğini söylüyor, vazgeçmesini tavsiye ediyor. “Hayır” diyor Atalay Taşdiken: “Elif tam aradığım çocuk... Onunla çekeceğim bu filmi...” Hayatında hiç sinemaya gitmemiş Elif, bir sinema filminde başrol için seçiliyor. Ve peri masalı böylece başlıyor."

Duru anlatımına rağmen başarılı sinematografisiyle sıkmayan filmin bir diğer artısı ise Erkan Oğur'un müzikleri. Sanırım filmi izlerken öykünün içine daha bir girmemizi sağlayan en önemli etken de filmin gerçekçiliğinin yanında bu mükemmel Oğur çalışması.


Filmle ilgili bahsi geçen önemli bir noktaysa gerçek bir hikayeden uyarlanmış olması. Hatta yönetmen; asıl hikayenin daha sert olduğunu, kendisinin hikayenin bir çok yanını filme almadığını belirtmiş. Filmin başında "hikayenin gerçek kahramanlarına" adanmış olduğunu görüyoruz. Yönetmenin bu tavrıyla filmin "based on a true story" klişesine düşüp düşmediği ayrı bir tartışma konusu fakat Anadolu'da bu ve benzeri ve hatta bundan daha sert öykülerin yaşandığı zaten hepimizin malumuyken filmin, hikayenin gerçekliği üzerinden yükselmesi zaten beklenemez.

Ayrıca filmin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından resmi olarak okullara ve öğrencilere tavsiye edildiğini de söylemeden geçmeyelim. Tabi bu konunun filmin "Almanya’da okullar için özel proje konusu yapılması" ya da "Alman çocuklarının göçmenlere bakışını değiştirecek bir film olduğunun yazılması" ile ilgisi var mıdır? Bilinmez.

Her halükarda Türk sinemasının nitelikli bir örneği olan film; çocukları korkutmak için uydurulan Mommo isimli "ecinni"nin aslında hayatın ta kendisi olduğunu göstermek için güzel bir yol seçmiş. Filmi izledikten sonra bir noktaya ulaştırmak izleyiciye bırakılmış.

7.5/10


26 Kasım 2009 Perşembe

500 Days Of Summer (2009)


Bazı zamanlar olur hayatınızda. Hiç birşey için çaba sarfedemez, uğraşamaz, üşenirsiniz. Öyle bir dönemin içerisindeyim ben de şu sıralar. Öyle ki izleyeceğim filmleri bile anlaşılabilir konular üzerine kurulu; kurguyla, göndermeyle uğraştırmayacak türden seçiyorum.

Malum havalar da bir değişik, bir anda hava kararıyor, güpegündüz her taraf sis oluyor falan. Dışarı adımını atası gelmiyor insanın. Ben de atmadım haliyle. Koca bir fincan kuşburnu yapıverdim kendime, çektim yorganı burnuma kadar. Uğraştırmasın istiyorum ya hani, öyle bakınıyorum romantik komedilere. 500 Days of Summer diye bir film takıldı gözüme. Hah dedim tam benlik! Ama nerden bilebilirdim hastası olacağımı, o alıştığımız klişe romantik komedilerden olmadığını.


500 Days of Summer, 9 Ekim 2009’da ‘Aşkın 500 Günü’ adıyla girmiş Türkiye’de vizyona. İlgi gördü mü, izlendi mi hiçbir fikrim yok, zira ben de farketmemiştim vizyona girdiği tarihlerde.

Yönetmen Marc Webb, aslına bakarsak video klip işleri ile uğraşmış bugüne kadar. Bir çok ünlü sanatçı/grupların video kliplerine imza atmış. Araya birkaç tane uzun metraj sıkıştırmış sadece. Marc Webb imzası taşıyan bir yapımı ilk defa izliyorum ben de. Gayet başarılı buldum kendisini, uzun metrajda pek tecrübeli olmamasına rağmen hiçbir eksiklik hissetmedim, hatta yazının sonlarına doğru değineceğim, beni benden alan birkaç detay var ki aman aman.

Joseph Gordon-Levitt ve Zooey Deschanel başrolleri paylaşıyor Aşkın 500 Günü’ne. Zooey ablamızı tanımayan yok, bakışlarıyla her duyguyu ifade edebilcek yetiye sahip kendisi. Joseph Gordon ise eşsiz bir oyunculuk sergiliyor film boyunca.


Çok fazla spoiler vermemeye çalışırak biraz da filmden bahsedelim.

‘Boy meets girl. Boy falls in love. Girl doesn't.’ Filmin tagline’ı filmin konusu hakkında ufak bir fikir sahibi olmanızı sağlıyor aslında. Aynı kurumda çalışan Tom ve Summer tanışır, ve ismini koyamadıkları 500 günlük ilişkilerini/yaşadıklarını bize aktarır ‘500 days of summer’.

Anlatılan 500 gün içerisinde sürekli bir gülümseme modunda izliyoruz filmi. Ya konuşmalara gülüyoruz, ya da kendimizden birşeyler buluyoruz karakterlerde. Filme ait anlatılacak çok detay mevcut, ama ‘şurasını da mı yazsam, bak şu sahnede ne acaip bir replik vardı’, diyerek filmin içeriğine girecek olursam, tüm filmi anlatmadan çıkamayacağıma eminim. O yüzden filme ait detayları burada kesiyor, bu birbirinden şahane detayları siz değerli izleyicilere bırakıyorum efenim.

Yönetmen Marc Webb, filme konu olan 500 günü kronolojik bir sırayla işlememiş. Bir anda 303. Günü anlatırken, bir sonraki sekansta 15. Günü yaşıyor Tom ve Summer ikilisi. Bu anlatım şekli de filme ayrı bir hava katmakla birlikte, ilişkinin ilk günleri ile son günleri akılda kalıyor sürekli. Dünü, yarını olmayan bir anlatım stiliyle işliyor konuları.

Filmi klişe olan bir mutlu sonla bitirmemekle kalmamış, şahane bir finale imza atmışlar. 500 days of summer biter, … day of autumn başlar. Çok leziz. Ayrıca ‘expectations/reality’ sahnesi görülmeye değer.


Evet itiraf ediyorum ön yargıyla yaklaştım, kuşburnu yudumlarken, uykuya dalar bugünü de böylece kapatırız diyordum filme başlarken. Yanılmışım. Küçük detaylara, işleyişe ve özellikle soundtracklere hasta oldum. Uzun zamandır dinlediğim en iyi soundtracklere sahip 500 days of summer.

Son olarak afişten bir alıntı yaparak, sizlere deli gibi öneriyorum bu nacizane filmi.

‘This is not a love story. This is a story about love.’

7/10



http://www.imdb.com/title/tt1022603/