31 Ağustos 2009 Pazartesi

The Wolfman (2010)


Kurt Adam Yine, yeni, yeniden…

Şu zamana kadar en yalın halinden, en fantastik haline kadar (Underworld serisi) bir dolu kurt adam temalı film izledik, izleyiciye bir şey katmayan çerez olarak nitelendirdiğimiz ve nezdimde basit aynı zamanda aşırı ticari Hollywood action’larından öteye gidemediler hiçbir zaman.


Hazır Hollywood‘tan bahsetmişken, son yıllarda çekilmiş onlarca çizgi-roman uyarlaması ve re-make yapımlardan sonra senaryo konusunda nasıl bir darboğaz da olduklarını tekrar ispatlamış oldular.

Yazıya başlamadan önceki amacım Hollywood’u yermek değil sadece ‘The Wolfman’ hakkında sizi biraz olsun bilgilendirmekti. O yüzden bu konuyu es geçip filmden biraz bahsedelim;

Öncelike ilk göze çarpan oyuncu kadrosunun gayet sağlam isimlerden oluşması bunlardan bir kaçını saymak gerekirse Anthony Hopkins, Benicio Del Toro ve Matrix filminde Ajan Smith rolünden tanıdığımız Hugo Weaving yer alıyor. Yönetmen koltuğunda ise Jumanji, Jurassic Park 3 ve Hidalgo filmlerinin yönetmeni Joe Johnston oturuyor.

Filme ait tanıtım yazısından anlaşılan senaryonun klişe olmasının yanın da, oyunculuk ve makyaj açısından gayet güçlü olduğunu da sözlerime eklemeden geçemeyeceğim, bu konuda iddialı olmamı sağlayan kesinlikle X Men serisinden hatırladığımız ‘Mystique’ karakterinin makyajında imzası bulunan Rick Backer’ın bu filme de el atmış olması.



The Wolfman Türkiye gösterimi şu an için (Imdb’nin yalancısıyım) 19 Şubat 2010 gibi gözüküyor. Kış sezonu ve gişe hasılatı için gayet iyi bir tarihe benziyor. Filmi görmek için birçok sebebimiz olduğu gibi hiç ilgilenmemek için de bir çok sebebimiz var. Gerisi size kalmış… Şimdiden izleyecek olanlara iyi seyirler…

Filmin trailer’ını buradan izleyebilirsiniz...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Inglourious Basterds (2009)

Ve işte beklenen gün geldi.. Ana tarafından Kızılderili, baba tarafından İtalyan olan ünlü yönetmen Quentin "Mr. Brown" Tarantino'nun son filmi "Inglourious Basterds" vizyona girdi. Senaryosunun kendisini epey bi uğraştırdığını her fırsatta dile getiren (ki bu süre “Reservoir Dogs” filmine kadar uzanan 20 yıllık bir zamandır.) Tarantino, en sonunda aklına yatan bir finalin de senaryosuna girmesiyle film çekimlerine başlamıştır. Şimdiye kadar ki çektiği tüm filmlerin bu film için bir hazırlık olduğunu söyleyen QT, bu seferlik sıra dışı bir zaman seçiyor ve izleyiciyi 2. Dünya Savaşı yıllarına götürüyor. Yalnız büyük bir farkla.. Yine aynı zamanda geçen "Casablanca", "Schindler’s List" veya "Der Untergang"… gibi filmlerin, tarihi gerçeklere "kendi çaplarında" sadık kalmalarının yanında, "Inglourious Basterds" filmi bırakın tarihe sadık kalmayı, kendi içerisinde alternatif gelecekler bile yaratıyor. Ama sana sesleniyorum ey eleştirmen: eğer bu adama sen tarihe sadık kalmamışsın diye eleştirirsen sana kızarım ve hatta tüm blog ekibini toplar, seni döverim. Çünkü işte Tarantino da burada gizli zaten. Film üzerine yayımlanmış birçok röpotajına baktığınızda, adam üstüne basa basa diyor ki: "Senaryonun gidişatını ben değil, içerisindeki kahramanlar yönlendirir..". İşte bu sebepledir ki gerçekte var olmayan kahramanların, tarihsel kişilerle buluşması Diana Kreuger'ın da dediği gibi kendi içerisinde orijinal bir mizah yaratıyor. Senaryo yazımında da karşısına çıkan en büyük sorunun tarihin ta kendisi olduğunu söyleyen QT, bu sebeple 2. Dünya Savaşı’nın gelişimiyle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Daha önceden de benzer senaryo yazım stillerini hatırlatan bu unsur aklıma "Reservoir Dogs" filmindeki seyirciye sunulmamış bir soygunculuk olayının sonrasındaki olayları ya da "Kill Bill" filmindeki "Engerek Timi" nin pek de değinilmemiş geçmişini aklıma getirdi. İşte Tarantino'nun da yapmak istediği şey, diğer filmlerinde olduğu gibi, olaylardan ziyade kahramanları detaylandırmak.

Once upon a time in Nazi-occupied France...
Filmin konusuna baktığımızda, iki farklı olay örgüsü karşımızda duruyor. Birincisi, 2. Dünya Savaşı zamanında ailesi Nazilerce katledilmiş Shosanna Dreyfus (Mélanie Laurent) adlı Yahudi bir genç kızın intikam öyküsü. İkincisi ise kendilerine Inglourious Basterds adını takmış, çoğu Amerikalı – Yahudi olan bir grup askerin Nazi avını anlatan bölüm. Senaryonun yazılım sürecinde, Tarantino başlarda filmi birinci olaydan ibaret tutmuş, fakat daha sonradan olaya Basterds bölümünü de dahil etmiş ve fil
min adını "Once upon a time in Nazi-occupied France" ın yerine "Inglourious Basterds" olarak değiştirmiştir. Bu iki olay örgüsü film içerisinde çeşitli düğümlerin oluşmasına neden oluyor ve filmin sonlarına doğru da bir çakışma noktasında buluşuyorlar. Her iki olayın içerisinde de yer alan Nazi faktörü bu olayları birbirine bağlayan en önemli unsur olarak beliriyor. Özellikle Shosanna’nın ailesini katleden Albay Hans Landa’nın (Christoph Waltz) film içerisindeki kötü adam profili son yıllardaki en iyi "kötü adam" performanslarından. Cannes'da en iyi erkek oyuncu ödülünü de alan Waltz'un film içerisinde kullandığı Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerine hakimiyeti tek kişilik bir şova dönüşüyor. Özellikle akıllara kazınacak bir İtalyanca konuşması var ki, lütfen el hareketlerine dikkat edin izlerken. Albay Hans Landa'nın, nam-ı diğer "Jew Hunter", elinden kurtulan Shosanna, Paris’te Marcel adlı siyahi sevgilisi ile sanat filmleri gösteren bir sinema işletmektedir. Kendisine abayı yakan bir Alman Askeri'nin belirmesi ile Landa ile Shosanna'nın yolları tekrar kesişecektir. Asker Fredrick Zoller (Daniel Brühl), ülke tarafından kahraman olarak görülen bir askerdir ve bu kahramanlığı da kendisinin başrolünde yer aldığı Nation's Pride adlı film ile taçlandırılmıştır. Filmin prömiyerinin Shosanna'nın sinemasında yapılmasına karar verilmesi ve gösterimin güvenliğinden sorumlu Landa'nın belirmesi, Shosanna'nın içerisindeki intikam ateşini fitillemiştir. Diğer taraftan Teğmen Aldo "Apachi" Raine'in (Brad Pitt) önderliğinde kurulan Basterds ekibinin her üyesi, teğmenlerinin istediği gibi adam başı 100 Nazi kafa derisi yüzmek için yola çıkmışlardır. Alman bir aktris olan Bridget von Hammersmark'ın (Diane Kruger) casus olarak yardımı ile Basterds grubunun yolu da bu film gösterimine düşecektir.

Jew Hunter, Apachi, The Bear Jew ve diğerleri…
Filmdeki performanslara baktığımda, Waltz ve diğerleri ayrımını yapmak benim için çok kolay. Hatta Brad Pitt ile karşılıklı oynadıkları sahnelerde, Pitt'i baya baya ezdiğini söyleyebilirim. Brad Pitt, film içerisinde kullandığı aksanı, Tarantino ustanın boynuna kondurduğu koskoca bir kesik izi ve çıkık bir çene ile takındığı hafif çemçük duruşu biraz abartıya kaçırsa da başarı ile sergiliyor. Diane Kruger ise canlandırmış olduğu casus rolünde, Waltz gibi dile hakimiyeti ile ön plana çıkıyor. Almanya'da doğup, Fransa'da yaşamakta olan aktris bu iki ülkenin dillerini de beceri ile kullanıyor. Bir de İngilizce konuşurken, Amerikalıların dil öğrenmeme özürlülüğüne dem vuruşu var ki, rolünde zirveye çıktığı noktadır benim için. Shosanna rolünü canlandıran Mélanie Laurent'in performansı ise film içerisinde sürekli bir yükselişe sahip. Bu yükseliş, Kill Bill filmindeki başka bir Tarantino karakteri olan O-Ren Ishii'nin gelişimi ile ortak yönler taşısa da (ailelerinin katlediliş tarzları ve buna tanık olmaları) daha çok Uma Thurman'ın canlandırdığı Gelin karakterine benzemektedir. Her iki karakter de film içerisinde duygusal değişimlerini rahatlıkla sergilemektedirler. Bu filmde görülen değişim de, ailesinin öldürülmesine tanık olan küçük bir kızın, yaşamak için arkasına bakmadan koşan bir kızdan, official olmasa da nasıl bir "basterds" kızına dönüştüğü ile ilgilidir. Ayrıca filmdeki 5 ayrı bölümden birisi olan Operation Kino bölümünde basterds ekibine dahil olan Teğmen Archie Hicox'u oynayan Michael Fassbender, Waltz'u takiben en iyi ikinci performansı sergiliyor. Bu ana rollerin dışında, Basterds ekibinde yer alan diğer etkileyici rollerin sahipleri, tüm film boyunca neredeyse bir cümle kurmadan seyircinin beğenisini kazanan gerçek bir Tarantino zihni ürünü olan Çavuş Hugo Stiglitz rolündeki Til Schweiger ve Death Proof'tan da tanıdığımız Omar Ulmer karakterine giren Omar Doom. Ayrıca filmde Martin Wuttke'nin sergilemiş olduğu bir Adolf Hitler performansı var ki, okuduklarımın ve bildiklerimin aksine Hitler mizahi sınırları zorluyor. İşte performaslarda bu kadar… Tabi ki bu kadar değil. Eli Roth üzerine konuşmadan bu yazı tamamlanabilir mi? Oynamış olduğu Donny "The Bear Jew" Donowitz rolüyle Hostel filmlerini yönetmekten sıkılmış olacak ki, Tarantino'nun eline verdiği beyzbol sopası ile dehşeti bu sefer kendisi yaratıyor.


Bir detay var ki filmin içinde film
den öte...
Film içerisindeki detaylara baktığımda, ilk gözüme çarpan unsur filmin başlangıcında kullanılan isim fontlarının tıpatıp Sergio Leone'nin Western'leri gibi olması. Ama Tarantino'nun içindeki Western tutkusu yalnızca görsel öğelerde değil, aynı zamanda film içerisindeki müziklerde de kendisini hissettiriyor. Film ilerledikçe ve anlatıcının devreye girmesi ile içimiz rahatlıyor. Çünkü filmde aktör olarak yer almasa da sesi ile Samuel "Motherfucker" L. Jackson bizi yalnız bırakmıyor. Yalnızca o da değil, bir başka tanıdık ses de final sahnesine doğru telsizin diğer tarafından geliyor, bu ses de Harvey "Mr. White" Keitel'a ait. İlginç bir detay olarak, "Kill Bill" den çıkıp gelen ve hatta üstündeki rolü de değiştirmeyen güzeller güzeli Julie Dreyfus, toplasan bir dakika bile görünmese de, ana kahramanlardan olan Shosanna’nın taşıdığı aile soyadının kaynağını oluşturuyor. Giriş cümlesinde de belirttiğim gibi ana tarafından Kızılderili, baba tarafından da İtalyan olan Tarantino bir taraftan kahramanlarına kafa derileri yüzdürürken anasına, diğer taraftan da Spaghetti Western göndermeleri ile de baba tarafına selamları çakıyor. Bu selamlardan en güzeli de La Louisiane sahnesinde karşımıza çıkıyor. Deseler ki: "Reservoir Dogs filminin uzun depo sahnesi ile Sergio Leone’nin Il buono, il brutto, il cattivo'sunun mezarlıktaki üçlü düello sahnesini birleştirsen ortaya ne çıkar?" Tabi ki cevap, Inglourious Basterds'daki bar bodrumu sahnesi olacaktır. Ayrıca bu sahne Tarantino sinemasının başka bir tarafını da göz önüne seriyor. Bu da içki masası olsun (bu filmdeki ya da Death Proof'taki tüm içki masası muhabbetleri) ya da yemek masası olsun (özellikle Resorvoir Dogs'daki restoran ve Kill Bill'deki Bill'in sandviç hazırlama sahneleri) Tarantino'nun kahramanlarını diyaloglar ve monologlar ile coşturması. Bu filmde de yer alan açılış sahnesinde Waltz'a ait bir sıçan monologu var ki, saçma sapan konuşan bir adamı kafasıyla onaylarken buluyor insan kendini. Tarantino'nun bu monologları nasıl yazdığını bilmiyorum ama için için Plato'nun Devlet kitabından esinlendiğini düşünmekteyim. Bu kitapta Tarantino gibi Sokrates de karşısına elemanları topluyor ve bir süre sonra kendilerini civciv gibi yemlenirken bulmalarına neden oluyor. Ancak kitabın kapağını kapattığında ve zihnini kurtarabildiğinde: "Faşist lan bu adam resmen" diyebiliyorsun. Eminim ki bu monologlardan en güzeli olan Kill Bill'deki Bill'e ait olan Superman monologunu hatırlamışsınızdır. Korkmayın o monologla kıyas görmez bu. Film için söylenebilecek bir diğer önemli detay da filmin kendisinin geçmiş diğer filmler ile olan bağlantısı. Şöyle ki filmin adı bile, İngilizce'ye The Inglorious Bastards olarak çevrildikten sonra Amerika'da vizyona giren İtalyan asıllı yönetmen Enzo Castellari'nin 1978 yapımı 2. Dünya Savaşı filmi "Quel maledetto treno blindato" dan geliyor. İsim bağlantısının dışında Basterds ekibinin seçim sahnesi ve çıktıkları yol itibari ile Tarantino'nun da ifade ettiği gibi Dirty Dozen filmi birinci referans olarak yerini alıyor. Bir başka güzel detay da film içindeki filmde saklı. Nation's Pride adlı Nazi propagandası yapan filmin yönetmeni Eli Roth imiş. Ayrıca bu film resmi anlamda Tarantino'nun ayak fetişi olduğunun ilanıdır benim için. Daha önceden de karşılaştığımız Kill Bill'de Gelin ablamızın domuzcukları oynatma sahnesi ve Death Proof'taki Stuntman Mike'ın ayak yalama girişiminde olduğu gibi ayaklar bu sefer karşımıza bir sindrella öyküsünün içerisinde çıkıyor.


Filme eleştirel bir gözle baktığımızda en pozitif eleştiriyi gişe başarısının garantisi için kadroya dahil edilen Brad Pitt'in dışındaki oyuncu seçimleri hak ediyor. Ah bi de Brad'in yerine Michael Madsen abimiz oynasaydı o rölü, ne olurdu? Her ne kadar resmi tarihin gözünden Tarantino'yu eleştirmemek lazım desem de, bazı bazı insan rahatsız oluyor, hele finalde noluyo ya diyorsunuz. Allahtan arada bir Apachi Aldo karşımıza boynundaki kesik izi ile çıkıyor da kendimizi: "Tarantino filmindeyiz kendine gel" diye uyandırıyoruz. Yapılabilecek diğer bir eleştiri de Tarantino'nun filmdeki politik duruşu üzerine. Tamami ile Nazileri öldürmek için yola çıkmış olan çoğu Amerikalı Yahudilerden oluşan Basterds grubunun tarihsel gerçekleri sınırlarını zorlaması ile film Nazi propagandası yapan "hardcore" Nation's Pride filminin softporn Amerikan versiyonu olarak karşımıza çıkıyor denebilir. Ayrıca ilginç bir ayrıntı olarak Tarantino Amerikalıların zamanla Kızılderililerin kafa yüzme tekniğini ve günümüz teröristlerinin intihar saldırı girişimlerini filminde nasıl özümsediklerini gözler önüne seriyor.


Sonuç olarak film 153 dakikalık uzun süresi ile gayet başarılı ve akıcı bir öyküye sahip. Ki bu akıcılık "Pulp Fiction" daki gibi farklı olay örgülerinin buluşması ile de zirve yapıyor. Ama dersen ki bu film en iyisi mi? Ben de sana git "Pulp Fiction" izle derim. Tarantino diğer filmlerini bu filmi çekmek için bir hazırlık olarak görebilir ama benim için hala tüm Tarantino filmlerini izlemek "Pulp Fiction" ı izlemek için yapılacak bir hazırlıktır. Annesi gibi Kızılderili olan Apachi Aldo'yla kendisini özdeşleştirip: "That’s my masterpiece" diye röportajlarında filmini vurgulayan Tarantino'nun Nazi işgali altındaki Fransa'da çektiği bu Spaghetti Western kesinlikle yönetmenin psikopat bir sinefil olduğunu bariz bir şekilde seyirciye hissettiriyor. Bu sebeple sana tavsiyem git ve izle.

Modern Times (1936)

Tümünü Yasla
Sanat dallarında "en iyi" sıfatına pek sıcak bakılmaz. Ancak bazı isimler var ki, yapıtlarıyla yerlerini belirlemişlerdir. Sinema tarihinin şüphesiz en büyük ismi olan Charlie Chaplin gibi.

Yazarken, kamera önünde ve arkasında, piyano başında, dekorlarda, yani komple her şeyin Chaplin ürünü olduğunu bilmek, ve kendi zamanının çok ilerisinde olması, bu tespiti haklı kılıyor.

Chaplin'in en iyi filmlerinden biri olan Modern Times, kapitalizme ve dolayısıyla çarpık bir modernizme, fabrika işçisi gözünden olabilecek en eleştirel şekilde bakıyor.



Film, zamanının çok ötesinde. Ayrıntılara bi dolu şey sığdırılmış. İzleyiciyi defalarca hayrete düşürüyor. Özellikle çekildiği tarih dikkate alındığında, yani bundan 70 sene öncesinin sinema teknolojisiyle çekildiği düşünüldüğünde bu hayretler çok daha fazla oluyor.

Velhasıl; Daha fazlasını arayan patron, ve mutluluğu arayan Chaplin'in hikâyesi.

http://www.imdb.com/title/tt0027977/

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Donnie Darko (2001)


Donnie bir peygamber mi yoksa 90’ların kayıp kuşağının bir temsilcisi miydi? Peygamber olmak ne demektir? İlla ki destansı, masalsı hikayelerle bir halkın ve sonrasında dünyanın kaderini değiştirmek/mahvetmek mi gerekir? Yoksa her şeyin çizgisel zamanda geliştiğini iddia ettikleri, oysa aslında değişenin yalnızca şiddetin, çılgınlığın dozajı olduğu bir dünyada birilerine bu kaosun dışında da bir hayatın mümkün olduğunu göstermek de mi peygamberliktir?

Sosyal içerikli, psikolojik, fantastik, kara mizah türü sinema öğelerinin tümünü içinde barındıran Donnie Darko, 2001 yılında sessiz sedasız gösterime girip aynı şekilde çıkmış, ama zaman içinde bir kült haline gelmiştir. Halihazırda İMDB’nin ilk 250 filminin içinde 126. sırasında bulunan, “ölmeden önce izlenecek filmler” listelerine giren; yönetmeni ve senaristi Richard Kelly tarafından henüz lisedeyken senaryosu kaleme alınan ve daha 25 yaşındayken çekilen film, yönetmen için bence mükemmel bir başlangıç olmuştur. David Lynch ekolünden olduğu söylense de bence kesinlikle kendi tarzını daha ilk filminden ortaya koyarak beklentileri en üst seviyeye çekmiştir Kelly.


Reklama önem vermeksizin kendi halinde böylesine bir kült haline gelen filmi izleyip ardından da “En İyi Web Sitesi” ödülünü alan bol şifreli web sitesini çözer, son olarak da belgesel dvdsini izlerseniz çok net görürsünüz ki Donnie, bir modern zaman peygamberi olarak tasarlanmıştır. Ama bu bilgileri spoil etmek filmin tüm anlamının yitmesine neden olacağından “Merak ediyorsanız buyurun izleyin-çözün-izleyin.” demekle yetineceğim her zamanki gibi. Çünkü her ne kadar Donnie karakterinin iskeletini hristiyan geleneği oluştursa da, O asla bildiğiniz peygamberlerden değildir.

Daha en başta ABD bayrağının üzerine düşen uçak motoru, Darko soyadlı bir kahraman (ya da süper kahraman*), okula sabotaj**, “kişisel gelişim” saçmalıklarını dayatıp insanları kendini bilmez ve yola getirilmesi gereken yaratıklar olarak gören, ama aslında kendisi bilimum psikolojik saplantıların, komplekslerin pençesinde bir kadın öğretmen; öğrencilerine özgür düşünceyi deneyimletmeye çalışırken 50’li yıllardan kalma bir zihniyet tarafından okuldan attırılan bir başka kadın öğretmen; işinden olmamak için zaman yolculuğu hakkında zeki çocuk Donnie’nin sorularına bir noktadan sonra cevap vermemeyi seçen erkek öğretmen; “korku toplumu” gibi sağlam bir tespitten yola çıkmaya çalışsa da (filmin sonunda anlaşıldığı üzere) kendi sapkınlıklarını örtbas etmek adına insanlara “nasıl yaşayacaklarını” öğretmeye kalkan bir “kişisel gelişim dehası”; Çin’li ve şişko olduğu için içine kapanık, şimarık gençlerin alay konusu bir küçük kız; yaşadığı toplumun saçmalıklarını dibine kadar gören ve sırf varoluşunu*** anlamlandırmaya çalıştığı için toplum tarafından “garip” olarak nitelenen bir ergen; ölümü ve yalnızlığı sorgulayan bir ergen; saçmalıklara tahammülü olmayan ve şizofren ya da peygamber olduğu için bunları istemsizce ortaya çıkaran, insanların gözünü farkında olmadan açan Donnie ve sonunda… Mad World!****

Filmin en güzel yanı, çözecek bir dolu şifre barındırması. Daha filmin kendisini izlerken en yüzeysel anlamda bile mesajı almak zorken bir de sonunda tersten sarmaya başlayınca fark ediyorsunuz ki filmin normal akışında bulunmayan sahneler de geçiyor ve anlamadığınız noktaları aydınlatıyor. Diğer taraftan filmin sonu fena halde akılları karıştırıyor: fantastik-kara mizah-protest gençlik filmi tanımları arasında gidip gelirken nasıl olup da kara kahramanımızın bir kurtarıcı rolüne büründüğünü anlamak, her türlü detay bilgiye rağmen mümkün değil ya da mümkün ama eziklerin her zaman kaybetmesini görmeye olan tahammülsüzlük nedeniyle kabullenilemez. Derken Gary Jules’un muhteşem yorumu ile film sona eriyor. Donnie’yi ya seversiniz ya da nefret edersiniz. Bence bir varlığın (sanat eserleri de varlıktır) kendini ortaya koyabildiğinin en güzel kanıtı da budur. Ama ilk izleyişte sevmeyenlere, filmdeki sembolleri iyi takip etmelerini ve topluma yapılan eleştirilerin nasıl da güzel eklemlendiğine dikkat etmelerini tavsiye ederim.

* Gretchen: Donnie Darko? What the hell kind of name is that? It's like some sort of superhero or something Donnie: What makes you think I'm not

** They made me do it!

*** The rabbit's not like us. It has no... keen look at something in the mirror, it has no history books, no photographs, no knowledge of sorrow or regret... … They're cute and they're horny. And if you're cute and you're horny, then you're probably happy, in that you don't know who you are and why you're even alive. And you just wanna' have sex, as many times as possible, before you die... I mean, I just don't see the point in crying over a dead rabbit! Y'know, who... who never even feared death to begin with.

**** MAD WORLD
All around me are familiar faces
Worn out places, worn out faces
Bright and early for their daily races
Going nowhere, going nowhere
Their tears are filling up their glasses
No expression, no expression
Hide my head I want to drown my sorrow
No tomorrow, no tomorrow
Children waiting for the day they feel good,
Happy birthday, happy birthday,
And I feel the way that every child should,
Sit and listen, sit and listen
Went to school and I was very nervous
No one knew me, no one knew me
Hello teacher tell me what's my lesson
Look right through me, look right through me
And I find it kind of funny, I find it kind of sad
The dreams in which I'm dying are the best I've ever had
I find it hard to tell you, I find it hard to take
When people run in circles it's a very, very
Mad world
Mad world
Enlarging your world
Mad world

"Every living creature on earth dies alone." Roberta Sparrow

Gand

http://www.imdb.com/title/tt0246578/

La Habitación Del Niño (2006)


Eğer siz de; 24 karede bir, böceksel, mutantvari azgın hayvanlar sahnelenen filmleri korku filmi kategorisine sokmuyor, çekirdek çitleyerek izleyebiliyorsanız, ve kurgusal, parapsikolojik, ya da en azından korku unsurunun gözünüze gözünüze sokulmadığı filmleri korku filmi olarak adlandırıyorsanız La Habitación Del Niño tam size göre...

La Habitación Del Niño diğer adıyla The Baby's Room ; İspanya'nın ünlü korku filmi serisi 'Películas para no dormir / films to keep you awake', türkçesiyle 'uyanık tutacak filmler'in arasından sadece birisi, belki de en iyisi...

Film ilk olarak büyük bir evin hayalini kuran çekirdek bir aileyi tanıtarak başlıyor. Eee tabi bu büyük ev ucuza kapatılmış, son 2 yılda beş kiracı değiştirmiş, her haliyle perili ev imajı çizebilecek bir profile sahip. Bu haşmetli eve yakın zamanda taşınan ve bugüne kadar kusursuz bir yaşam sürmüş olan aile, Juan ( Javier Gutiérrez ) , Sonia ( Leonor Watling ) ve küçük kızlarından ibaret...

Bebek telsizinden şükela sesler duyan Juan, evde yalnız olmadıklarından şüphelenmeye başlar. Bir yandan bu şüphenin içine saldığı korkudan, bir yandan da eski teknoloji bebek telsizine güvensizliğinden dolayı ufaklığın odasına bebek monitorü yerleştirir. Ve bir gece bebeğin yanında bir siluetin oturduğunu görür...


Filmin can alıcı kurguları bu sahnelerden sonra başlasa da, ağızdan daha fazla spoiler kaçırmama niyetiyle filmi anlatmayı burada kesmek durumunda kalıyorum...

Gerek yönetmen, gerekse oyuncular göz önüne alındığında, yerel bir ispanyol filmi The Baby's Room... Yönetmen Álex de la Iglesia'yı The Oxford Murders'tan tanıyoruz, başrolde yer alan Javier Gutiérrez ve Leonor Watling ise neredeyse tanımıyoruz. Ancak sergiledikleri gerçekçi çift profili ve harikulade oyunculukları gözden kaçmıyor.

Giriş paragrafında da değindiğim gibi, filmi gayet güzel kurgulamış İspanyol yönetmen. Yalın anlatımıyla 'lan noldu, bu da nerden geldi' gibisinden sorgulara mahal vermezken, fazla detay vermeyerek de filmin bilim kurguya dönüşmesinin önüne geçiyor. Şahane bir finalle de alt dudaktan bir kaç damla salyanın süzülmesine ön ayak oluyor.

Filmin sıkıcı dakikaları ise, Juan ile Sonia'nın merdivenlerde bir elde bıçak, kroşe, aduket eşliğinde boğuşmalarından oluşan, Hollywood sahnelerine denk geliyor.

Genelleyecek olursak, güzel vakit geçirebileceğiniz, 77 dakika boyunca bir an olsun filmden kopmayacağınız, arada sırada ufaktan tırstırcak bir film The Baby's Room...

7.0 / 10

http://www.imdb.com/title/tt0430164/

Flammen og Citronen (2008)


Film, naziler tarafından işgal edilmiş halde olan Danimarka’da geçiyor. İşbirlikçi ve muhbirlerin bir hayli fazla olduğu dönem içerisinde faşizme karşı savaşan Danimarkalılar da yok değil. Orijinal adıyla Flammen og Citronen yani ‘Ateş ve Limon’ bahsettiğim direnişin sadece marjinal bir parçası. Ateş ve Limon verilen emirleri sorgulamadan yerine getiren iki tetikçi ama bir yerden sonra bu emirleri uygulamadan önce vicdanî duygularının süzgeçinden geçirmek zorunda kalacaklar. Her film olduğu gibi bu yapım da kendi içerisinde bir aşk hikayesi barındırıyor ancak senaryo gerçek bir hikayeden alıntı olduğundan mıdır bilinmez, kesinlikle sırıtmadığını söyleyebiliriz.

Ole Christian Madsen’in senaryosunu yazıp yönettiği Danimarka – Almanya – Çek Cumhuriyeti ortak yapımı olan filmi konu itibariyle film-noir olarak adlandırmak yanlış olmaz, aynı zamanda ters ışık fotoğraflar ve her sahnede eksik olmayan sigara ise bu düşüncemi destekler nitelikte.


Oldum olası Avrupa sineması konusunda daha torpil geçen bir bünye olarak bu filmi de epey sevdiğimi söyleyebilirim, sıkıldığım yerlerde yok değil ancak konudan uzaklaştıracak kadar değil tabi ki. Oyunculuk konusunda gözüme çarpan ve yapay bulduğum Ketty Selmer rolündeki Stine Stengade haricinde genel olarak oyunculuk gayet başarılı özellikle Flammen karakterindeki Thure Lindhardt 35 yaşında biri olarak 21 yaşındaki bir karakteri başarıyla canlandırmış..

2.Dünya savaşı tarihine ilgi duyan ve film-noir tarzını sevenlerin kaçırmaması gereken bir yapım…

7.0 / 10

http://www.imdb.com/title/tt0920458/

23 Ağustos 2009 Pazar

The Soloist (2009)

Beauty is art; music is beauty...

Atonement ve Pride & Prejudice’den tanıdığımız üzere Joe Wright, yer yer tribünlere oynasa da Hollywood ortalamasının üzerinde filmler çekebilen bir yönetmen. Üçüncü uzun metrajlı filmi The Soloist’de de iyi bir iş çıkarmış. Filmimiz en azından vasatın üzerinde seyrediyor. Filmin oyuncu kadrosunda ise Jamie Foxx ve sevgili Iron Man’imiz Robert Downey Jr. Yer alıyor. Film diğer Wright filmlerinde olduğu gibi mükemmel değil ama kaliteli.

Son zamanlarda popülerlik kaybı yaşayan ve eski işleriyle aynı kalitede yazılar ve hikayeler yakalayamayan L.A. Times yazarı Steve Lopez (Robert Downey Jr.) sokakta tesadüfen karşılaştığı evsiz Nathaniel Ayers (Jamie Foxx)’ın ilginç hikayesini keşfeder ve kendi kariyerinin selameti için bulduğu bu hikayeyi köşesine aktarmaya karar verir. Bu karşılaşmadan sonra bu ikilinin arasında gelişen dostluk aynı zamanda Lopez’in daha önce içinde yer almadığı farklı bir dünyayı da görmesini sağlayacaktır.

Steve Lopez’in aynı adlı kitabından uyarlanan film, gerçek bir hikayeyi anlatması açısından izleyicinin gözünde daha ilgi çekici hale geliyor. Ancak ilk yarım saatiyle inceden hareketli geçeceğine dair izlenim uyandıran film Nathaniel’in hikayesinin anlatılışından sonra durgun bir hal alıyor. Hatta oldukça sade olarak nitelendirilebilecek finaliyle de başta edindiğimiz izlenimin aksi bir görüşle noktalıyoruz filmi. Ama bu biraz da bol hengameli hollywood film trafiğinden kurtarıyor akışı.

Film; doğuştan müziğe yetenekli, oldukça fazla sayıda enstrümanı çalmayı becerebilen, müzik hakkında neredeyse süper zeka denilebilecek bir algıya sahip ancak akıl sağlığı yerinde olmayan bir karakter ile ondan kariyerist amaçlarla faydalanmak isterken kendisini bir çeşit dostluk ilişkisi içerisinde bulan “duygusal çakal” abimiz arasında gelişen hikayeyi anlatarak kimi zaman Rain Man’a göz kırparken; kimi zaman da son dönemin ilgi çekici filmlerinden Reign Over Me’ye el sallıyor (benim kanaatimce arada bir de Good Will Hunting’e de “naber” diyor).

Velhasıl kaliteli, sıkılmadan izlenebilecek bir film olmuş. Çok büyük beklentilerle izlemezseniz oldukça keyif alırsınız.

7.5/10

http://www.imdb.com/title/tt0821642/

Başlangıç


Bu Blog, sanal ve reel ortamda birbirine sürekli olarak filmlerden bahseden, film linki gönderen, sinema hakkında konuşan, "abi o sahnede adam nası uçtu öyle arkadan" geyikleri yapan bir grup sinema sever pıtırcık tarafından;
"birbirimize tek tek anlatmaktansa ortaya anlatalım herkes görsün" düsturuyla hazırlanmıştır.

İyi seyirler dileriz.